Kültür-Sanat

50 yıllık efsane dergiyi, çizerlerinden Atilla Atalay anlattı: Gırgır politikayla uğraşmaz, politikacılarla uğraşır

"On altı sarı sayfalı, ‘kendi halinde’ haftalık bir mizah dergisiydi"

21 Eylül 2022 13:23

T24 Kültür-Sanat

1972’de Gün gazetesinde çeyrek sayfa olarak yayın hayatına başlayan Gırgır, 26 Ağustos 2022’de 50 yaşına bastı. Okurlarından yetiştirdiği mizahçılarla, tirajıyla, çok sesliliği ve tarafsızlığıyla adından bahsettiren derginin önemini; Gırgır yazarlarından Atilla Atalay kendi hikâyesinden yola çıkarak İBB’nin üç ayda bir çıkan İST dergisi için kaleme aldı.

Atalay’ın “On altı sarı sayfalı, ‘kendi halinde’ haftalık bir mizah dergisiydi” olarak ifade ettiği Gırgır’da nasıl çalışmaya başladığını anlattığı yazısı şöyle:

Pek çok okunur ve sevilirdi. Öyle ki, çıktığı gün herkesin elinde bir dergi, vapurların tepesinden baktığınızda yolcu güvertesinin sapsarı olduğunu görebilirdiniz. “Politikayla uğraşmaz, politikacılarla uğraşır”dı. Buna rağmen, bir kez darbe döneminde toplatılması hariç, politikacılar da onunla şimdikine göre çok daha az uğraşırlardı. Belki bir “Nasreddin Hoca torunu” olarak, gerçekten mizaha karşı hoşgörülü olduklarından belki de büyük okur kitlesiyle iyi geçinmek için, dergide çıkan karikatürlerini istetip duvarlarına asarlardı. Yurdun dört bir tarafından, her yaştan, her meslek grubundan karikatür çizmek, mizah öyküsü yazmak isteyen herkese sayfaları açıktı. Hemen tüm yazar çizerleri bu katılımcı okurların arasından süzülüp ustalaşıyor, derginin kapaklarına, çok sevilen karikatür ve yazı tiplerine imza atmaya başlıyorlardı.


Atilla Atalay
Fotoğraf: Dilan Bozyel, Mediacat Arşivi

Gırgır, 50 yaşında!

Sözünü ettiğim dergi, Oğuz Aral yönetimindeki Gırgır, 26 Ağustos’ta 50 yaşına bastı. 1972’de Gün gazetesinde çeyrek sayfa olarak yayın hayatına başlayan Gırgır, aynı yıl içinde önce sayfadaki yerini büyüttü, ardından gazete ilavesi hâline geldi, hemen sonrasında ise haftalık dergi olarak gazete bayilerinde yerini aldı. Başlangıçta Oğuz Aral’ın editörlüğünde; Ferit ÖngörenSuavi SüalpMim UykusuzMıstıkMehmet PolatTekin Aral gibi ustalardan oluşan sınırlı bir kadroyla, Turhan Selçuk ve Aziz Nesin’in eserlerine de yer veren dergi, giderek kendi okurlarından yetiştirdiği mizahçılarla, yarım milyon baskı tirajına kadar ulaşmıştı.

Sıradan siyaset bağlamında tarafsızlığı, reklam yayımlamayarak “piyasadan” gelmesi muhtemel maddi baskıyı baştan reddetmesi, eli kalem tutan herkesin katılabileceği çok sesliliği, hepsinin ötesinde, okul niteliği nedeniyle bu efsaneleşmiş derginin ülke tarihindeki önemi ortada aslında. Ben konunun sosyolojik boyutunu uzmanlarına bırakıp 1979 yılından derginin el değiştirdiği 1989’a kadarki kendi maceram üzerinden Gırgır’ı anlatmak istiyorum.

"Sayfadaki delik"

Lise son sınıftayken bir gün, Sirkeci Tren Garı’ndaki gazete bayiinin önünde durmuş neredeyse boyum kadar yüksekliği olan Gırgır dergisi yığınına bakıyordum. Sabahtan beri birçoğunu görmüştüm ama en heybetli yığın buradaydı işte. O dergilerden her birinin içinde, bana ait olduğunu derginin yöneticilerinden başka kimsenin bilmediği yalnızca beş satır yazı vardı. Sonraları dergi jargonundaki adının “kibrit kutusu” ya da “sayfadaki delik” olduğunu öğrendiğim, beş satırlık esprili bir ilan...

Derginin o sayısı çıkalı henüz bir gün olmuştu. Ben daha o gün aynı dergiden on tane filan alıp mahalledeki bakkalın dengesini bozmuş, birkaç tanesini olduğu gibi saklamış geriye kalanlardan da kendi yazımı kesip sağa sola yapıştırmıştım. Yazı amatör sayfasında değil derginin içindeki sayfalardan birinde olduğu için altında ismim yoktu. Üstelik espri gereği o ilanı veren Nâzım diye bir adamın adı vardı. Demem o ki; “Bakınız bu yazı benim” diye şişinip birilerine göstermeye kalksam asla kanıtlayamazdım. Gerçi buna üzülmüyor, gönderdiğim yazının amatörler sayfasında değil de derginin sürekli yazar çizerleri tarafından hazırlanan bir sayfada yer almasından anlatılmaz bir gurur duyuyordum. Bu yüzden yaşamımı değiştiren o günü kimseyle paylaşamamıştım.

Ertesi gün elinde Gırgır olan insanları görünce 16 yaşımın bütün heyecanları başıma üşüştü. Bayi önlerinde durup üst üste yığılı dergileri saydım. Satın alanların peşine takılıp benim yazımı okuyorlar mı diye gözetledim, elinde “bizim dergi” olan güzel kızlara daha bir cesaretle baktım. Bazen de kimselere verilmeyen tuhaf bir sırrı taşıyan gözlerle, öylesine, boşluğa daldım.

Garda o büyük dergi yığınına bakarken nasıl olduysa yukarı, Cağaloğlu’na doğru yürüyüp gittim. 15 dakika sonra bu kez durmuş, içinde Gırgır’ın bulunduğu Günaydın gazetesi binasına bakıyordum. Alayköşkü Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı dolaştım. Eryılmaz Çıkmazı’na girip çıkan dev kâğıt bobinleriyle yüklü kamyonları izledim, mavi önlüklü makina işçilerinin konuşmalarını dinledim...

Hey ki hey... Boru değildi yani, içeride dönen kâğıt bobinlerine yarım milyon tane beş satırım basılmıştı...

Ben seni sarışın uzun boylu biri sanıyordum”

Kısa bir süre sonra, davetli olarak dergiye gittiğimde, takım elbiseme cacık döktüm.

Cacıklı hâli daha güzel oldu. En azından ortama uydu. Çünkü İsmet Çelik’in beni çağıran mektubu üzerine hangi akla uydumsa dergiye takım elbise giyerek gitmiş ve kapıdan girer girmez kılığım yüzünden pişman olmuştum.

Ceket pantolon hâlime bakan dergi sekreteri bana:

"Ansiklopedi mi satıyosunuz?” diye sordu. “Hayır, yazarım kendim. Dergide yazılarım çıkıyor” diyerek ustam İsmet Çelik’in yazdığı davet mektubunu uzattım.

Gırgır, sayı 347, 1979

Birazdan, İsmet Usta’nın masası önünde oturmuş, gelmesini bekliyordum. Ne güzeldi lan... Yeşil çuhadan panoda, oda personelinin kapalı devre yazıp çizdiği tuhaf resimler, karikatürler, birbirlerine bıraktıkları komik notlar asılıydı... Arkadaki birkaç raflı dolapta içleri amatörlerin gönderdiği öykülerle dolu sarı zarflar, masalarda, karikatür boyarken kullandıkları türlü renkte sıvılarla dolu çay bardakları diziliydi...

"Aaa çok saçma ya. Ben seni sarışın uzun boylu biri sanıyordum. Demek ki o başka bir Atilla” dedi İsmet Abi.

Masanın üstündeki su dolu bir kavanozun içinde birbirine dolanmış bir topak küçük kurt kaynıyordu. Usta o kurtları akvaryum balıklarına atmak için Mısır Çarşısı’ndan almış. Bi kavanozu bilmem kaç liraymış. Sürekli kuru yem yiyen balıklar kabız oluyorlarmış. Gerçi “Agar-agar” diye bi ilaç varmış, onu atınca düzeliyormuş balıklar ama kurtçuklar daha ucuzmuş. Kızı Nilüfer çok seviyormuş akvaryum balıklarını fakat bakımı da zahmetliymiş be kardeşim.

Usta bunları anlatırken ben kavanozdaki vıyır vıyır kurtlara dalmış düşünüyordum.

"Nasıldı yani lan, sarışın ve uzun boylu Atilla?"

Bir ara anlattıklarına ara vermiş çantasını karıştırırken, lafı oraya getirip, “Ben doğuştan böyleyim. Sarı ve uzun olduğuna göre İsveçli filandır o arkadaş, biz Karabüklüyüz” diye espri yaptım.

Usta güldü, esprimi beğendi diye sevindim. Gelgelelim, yayımlanan yazılar benim olmasına rağmen İsmet Abi’nin aslında başka birini çağırdığına ilişkin yaşıma yaraşır çocuklukta bir korkuya kapıldım... Olur muydu olurdu hani. Burası “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz”ın ilgisiz celpler, yanlış yazışmalar, hatalı faturalar, eksik makbuzlar ülkesiydi. Üstelik, belki de sadece bu yüzden, birçok mizahçının yetiştiği dünyanın en bereketli toprağıydı. Yani, benimle aynı adı taşıyan sarışın ve uzun boylu bir mizah yazarı daha neden olmasındı? “Ansiklopedi mi satıyosun?” diye soran sekreter, pekâlâ adresleri karıştırıp o mektubu yanlışlıkla bana yollamış olabilirdi. 

İsmet Usta’nın gönderdiğim yazılara ilişkin ettiği birkaç laftan sonra çağrılanın gerçekten ben olduğumu anlayıp rahatladım. Usta’yla demli çaylar eşliğinde, sonraları yüzlercesini çevireceğimiz hayata dair geyiklerin ilkini çevirirken kendimi bu bereketli toprakların en şanslı çocuklarından biri olarak hissettim.

"Haldun Simavi’nin patlıcan tarlası varmış”

Toplantı için Oğuz Aral’ın yanına giderken beni Alp Tamer’e emanet edip “Al bu arkadaşı aşşağıya yemeğe götür” dedi Usta. Vay ki vay... Bu artık "sürekli yazar” olacağım demekti, alt kata yemekhaneye gönderiliyordum.

Üstüme cacık dökünce hepten ferahladım. Alp Tamer komik bir çocuktu. Ne güzeldi lan, herif resim okuyordu. Yazı İşleri Müdürü Turhan Abi İTÜ İnşaat’ı bırakmış, yine karikatürcü Serhat Gürpınar İnşaat Mühendisliği’ni üçüncü sınıfta terk edip Güzel Sanatlar’a geçmiş... Alp bunları anlatırken gözümün önünden kolon kiriş hesapları, akarsu yapıları, demiryolları geçti. “Belki ben de henüz kazandığım İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bırakıp başka okula geçerim” diye düşündüm. Akabinde babamın orta parmağıyla gözlük çerçevesini alnına oturttuğu tuhaf bir hareketi geldi aklıma, o dakika vazgeçtim.

"Haldun Simavi’nin patlıcan tarlası varmış” dedi Alp. O yüzden Günaydın gazetesinde haftada üç kez kesin patlıcanlı bi yemek çıkarmış. Ben cacığımı zaten dökmüştüm, pilavla patlıcanı da bitirince yemekhaneden çıktık.

Dışarıda Alp bana, bakkala sigara almaya gideceğini, benim tekrar dergiye çıkmak için biraz ilerde yürüyen şişman çocuğu izlememin yeterli olacağını söyledi. O çocuk derginin ofis boyuydu, nasıl olsa dergiye çıkıyordu. Ben de “tamam” deyip beş altı adım önümde yürüyen kilolu çocuğun peşine takıldım. Keşke yetişip kendisiyle beraber üst kata, dergiye çıkmak istediğimi söyleseydim. Fakat el kadar bir çocuğa bina içi toyluğumu belli etmek istemedim herhalde. Onu, o zamanlar sevimli, tombul bir çocuk olan Fatih Kaçan’ı, gizlice izlemeye karar verdim. Nasıl olsa, eninde sonunda dergiye çıkacaktı.

Öyle olmadı ama... Fatih, yemek dönüşü derginin teknik işlerinin yapıldığı Günaydın servislerine dalmaya başladı. Dizgi, kamera, pikaj, montaj vb... Girdiği birkaç kapının önünde çıkmasını bekledim. Üçüncü kata çıktığımız sırada, girdiği bir kapıdan bir daha dışarı çıkmadı. Zaten dev bir labirenti andıran o binada, filmlerdeki amansız takip sahnelerinin klasik “çift kapı” tuzağına düşmüşüm. Fatih, servisin öbür ucundaki kapıdan çıkıp dergiye gitmişti...

Sonra işte, kayboldum ben...

Arada değişti ama hep bir iki odasında ülkenin her tarafından gelmiş, kıpır kıpır, durmadan bir şeyleri karıştırıp kurcalayan, kâğıttan duvarlara patlıcan burunlu adamlar çizen insanların olduğu binalarda, sözcüklerin peşine takılıp, kayboldum...

Patlıcan burunlu adamlar

Dergideyken, okul yoklamalarında yerime arkadaşlarım imza atıyor, okuldayken de boş masamı, sanki oralarda bir yerdeymişim izlenimi veren, sandalyeye asılı ceketim kolluyordu. Arada otobüslerde trenlerde uyuklarken bazen kim olduğumu ben bile unutuyordum. Ama dedim ya; bilinmez sayıda gülüyor ve belki de bu yüzden, hiç yorulmuyordum.

Nasıl ve neden güldüğümü başka birilerine tam olarak anlatmanın olanağı yok. Yalnızca, aynı yaşlarda 40’a yakın kızlı erkekli genç insanın, haftanın beş günü, neredeyse sabahlara kadar komik şeyler yazıp çizmek üzere bir arada bulunduklarını düşünmeye çalışın. Kâğıda basılanlar bir tarafa, yalnızca kendi aralarında yaptıkları esprileri, uydurup oynadıkları oyunları hayal edin.

Orayı burayı aralıksız kurcalayan, tutsan tutamayacağın, gelip gözlerine derinden baksa “Kim bilir ne yapacak şimdi?” diye kıllandığın, bazen köşesine çekilip cırt cırt bir şeyler karalayarak kâğıtlar buruşturan sessiz; bazen de gezegenin zilini çalıp pata pata kaçan yaygaracı bir grup insan.

Ne diyebilirim ki, güzeldi... Sabahlara kadar gülüp eğlendin, önüne koydukları bir kâğıda kafanı bozan şeyleri yazıp çizdin diye bir de üste para veriyorlardı adama. Bundan iyisi Şam’da kayısı olabilirdi. Fakat ben artık dergideki arkadaşlarım olmadan, Şam yahut Paris, hiçbir yere gitmezdim. Onlarla dergiden firar edip Cağaloğlu kahvelerine okey oynamaya, Gülhane’deki çarpışan arabalara binmeye, halı sahaya topa giderdim ama daha uzağa değil. Ara sıra uzaklardan çağıranlar oluyordu, cebimde patlıcan burunlu adamlar, bıyığımda uhudan yapılmış sahte sümüklerle gidiyordum, gülüyorduk gülmesine, dönerken hüzün oluyordu, “ciddi” değildim hiçbir zaman, patlıcan burunlu adamlar insanın yakasını bırakmıyordu.

Yıllar yıllar sonra bir salı sabahı, artık Gırgır ve Fırt’a yazı yetiştirmek zorunda olmadığımı fark ederek uyandım...

Öyle uyanıncaya kadar arada, sona doğru, neler oldu, onları bu yazının konusu olmadığı için anlatmayacağım. Kötü şeyler olduğundan değil. Tam tersi, epey komik şeyler de oldu. 90’larda, Özal’ın deyimiyle “geride bırakılan iki buçuk gazete” ve bunların ortak dağıtım ağı arasında, oranın buranın camlarını indirerek sonuna kadar direndik. Kitaplar yazdık, filmler çektik, başka yerlerde çalıştık, oradan kazandıklarımızla, kâğıt bobinleri, filmler, kalemler fırçalar vb. alıp yalnızca kendi istediklerimizi yazıp çizebildiğimiz, Gırgır’ın devamı mizah dergilerini gücümüzün yettiği yere kadar ayakta tuttuk. Tüm bu süreçte “Bizi ekmek ve bir kavga sahibi yapan” Oğuz Aral’ı asla unutmadık.

Gırgır’ın 50. yılında bir kez daha, saygı ve minnetle...

Oğuz Aral

GIRGIR’DAN GEÇEN EFSANE YAZAR ÇİZERLERİN BAZILARI

Tuncay Akgün, Orhan Alev, Bülent Arabacıoğlu, Tekin Aral, Kemal Aratan, Atilla Atalay, Can Barslan, Gülay Batur, Birol Bayram, Bülent Benli, Mehmet Çağçağ, İsmet Çelik, Bülent Dayıoğlu, Cihan Demirci, Latif Demirci, Uğur Durak, Abdülkadir Elçioğlu, Altan Erbulak, Ramize Erer, Engin Ergönültaş, İlban Ertem, Suat Gönülay, Turhan Günay, Doğan Güneş, Ergün Gündüz, Ufuk Gürgenç, Serhat Gürpınar, Güneri İçoğlu, Hasan Kaçan, Nuri Kurtcebe, Rıza Külegeç, Murat Kürüz, Bülent Morgök, Gani Müjde, Meral Onat, Özden Öğrük, Cevat Özer, Gürcan Özkan, Sarkis Paçacı, Behiç Pek, Mehmet Polat, İrfan Sayar, Necdet Şen, İbrahim Tapa, Yavuz Taran, Galip Tekin, Mim Uykusuz, Metin Üstündağ, Şevket Yalaz.

Ve diğer tüm Gırgır kahramanlarına saygıyla...

İST derginin diğer yazılarına ulaşmak için TIKLAYIN