Geçenlerde, yok edilen konser mekanlarımızla ilgili bir yazı kaleme almıştım. Anılarımızın küle döndüğü salonları birer birer sayarken, sadece Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nun kaldığını belirtmiştim. Daha mürekkebi kurumadan öğrendim ki o tiyatro da yıkılıyor. Hızla belleksiz, hatırasız, kimliksiz, ‘’hayat ve sanat damarları kesilmiş’’ bir ülke olmaya doğru sürükleniyoruz. Haberi almadan önceki yazım şuydu:
Her yıl göç eden kuş sürüleri okyanusu geçerken, tam ortada yer alan küçük bir adaya konup dinlenirler, güçlerini tazelerlermiş. O ada bir cankurtaranmış yorgun kuşlar için. Kuşaklar boyu sürüp gitmiş bu. Bir yıl deniz yükselmiş ve adacığı yoketmiş. Kuş sürüleri uça uça aynı noktaya geldiklerinde adayı aramışlar ama bulamamışlar. Gökyüzü kuş çığlıklarıyla dolmuş. O yorgunlukla, mecalsiz kanatlarıya okyanusu geçemeyeceklerini anlayan kuşlar denize yıldırım dalışları yaparak intihar etmişler.
Bu acıklı hikayeyi ‘’Son Ada’’ romanımda anlattığım zaman, daha çok göçmenlikle, sürgünle, toprağını yitirmeyle ilgili düşünceler vardı kafamda . Ama geçenlerde Paris’te Chatelet meydanından geçerken, birden bambaşka bir anlam kazandı hikaye.
O meydanda Theatre de la Ville yani Şehir Tiyatrosu duruyordu. 1984’te üsütüste beş gece konser verdiğim, 27 yıl sonra tekrar bir konserle sahnesine adım attığım salon. Dünyanın her yöresinden belki binlerce müzisyenin ezgileriyle çınlayan, efsanevi Sarah Bernarth’ın sahneye çıktı mekan. Sapasağlamdı, yerli yerindeydi; belki de 84 yılında oraya sahneye çıktığım zaman doğmamış olan müzisyenleri ağırlıyordu.
Bu anılar o meydanı ve binayı tekrar benim kıldı. Afişte başkasının adı olsa bile kendi gençliğimi, Abidin Dino’yu, Maria Farandouri’yi gördüm orada.
Sonra kendi kentlerimizdeki yoksulluğumuz, öksüz kalışımız, yetim kalışımız aklıma geldi.
Hani nerde dedim, 1984’te yurda dönünce üstüste 24 konser verdiğim Şan Tiyatrosu? Nerde anılarımız, nerde o kulisin kokusu, nerde çınlıyor artık o ezgiler?
Hiçbir yerde. Çünkü o salon gericiler tarafından yakılmış, kül edilmiş. Ne Münir Nurettin’in izi kalmış, ne de başka müzisyenlerin, müzikallerin.
Şarkılarımız, adasını yitiren kuşlar gibi boşlukta kalakalmış.
Hani nerde Emek Sineması diye sordum kendime. Onca filmin gösterildiği, galaların yapıldığı, ödül gecelerinin düzenlendiği, konserler verdiğimiz salon nerde?
Ya Rumeli Hisarı?
Yaz gecelerinin sarhoş edici Boğaziçi rüzgarlarını yüzümüzde hissederek yasemin kokuları içinde verdiğimiz onlarca konser?
Onca besteci, yorumcu, müzisyen?
Ne oldu anılarımıza?
O mekanda da yokuz artık, hisar sustu.
Ya Atatürk Kültür Merkezi? Ezgilerle inleyen salonlar, ayakta alkışlayan izleyiciler, festivaller, Nazım geceleri.
Theodorakis’le ilk konserlerimiz, Müjdat’ın sunduğu dostluk şölenleri.
Onlara ne oldu?
Toz olup havaya mı karıştı AKM anılarımız?
Ne yazık ki evet.
AKM’yi de yok etti gericiler ve onca birikim, onca anı havada asılı kaldı.
Kuruçeşme Arena!
Boğaz’ın kıyısında, nerdeyse martı kuşlarının uçuştuğu sahnede geçen o güzel saatler?
Boğaziçi’nin bir nabız gibi attığı heyecan geceleri?
O güzel mekan da hırslara yenik düştü, o da yok artık.
Ankara’da yarım milyon kişinin haykırdığı şarkıların gökyüzün salındığı eski Hipodrom.
Yeni binalarla bütünlüğü ortadan kaldırılan, artık kitle konserlerine kapanan mekanımız?
Yok, o da yok!
Sultanahmet meydanındaki konserlerimiz de hayal olup uçtu; betonlaşmış Taksim alanındaki o büyük kitleler, büyük konserler de.
Oysa bu mekanların herbirinde anılarımız vardı bizim, kimliğimizin ayrılmaz birer parçası haline gelmişlerdi.
Paris’te Mutualite, Salle Pleyel, Frankfurt’ta Alte Oper, Amtserdam’da Concertgebouw, New York’ta Town Hall, San Remo’da Ariston, Atina’da Megaron, İrodion, Berlin’de Flarmoni ve dünyanın her yerinde sayamayacağım kadar çok konser salonu sapasağlam ayakta. Önlerinden her geçişte duygulanıyor, orada konser verdiğimiz günleri, gruplarımızı, dostlarımızı yad ediyor, ölmüş arkadaşlarımızın anıları ile gözlerimiz sulanarak o günlere dönüyoruz.
Bir tek kendi ülkemizde bunu esirgediler bizden.
Sanata, kültüre, aydınlanmaya; kısacası insan olmaya düşman çevreler sinsice, zalimce, kirli amaçlarını zamana yayarak bizi mekansız bıraktılar; anılarımıza kıydılar.
İstedikleri kaba ve cahil toplumu yaratabilmek için her türlü kültür sanat damarını tıkamaya çalıştılar.
Şimdi sıra operaya, baleye, orkestralara geldi.
Onları da yokedecekler.
Ezgilerimiz gökyüzünde çığlık çığlığa dönüyor, hayat kurtaracak adasını arıyor ve ne yazık ki o adacıkları teker teker yitiriyoruz.
Belleksiz bir toplumun karanlık mankurtluğuna doğru sürükleniyoruz.