Bu dönemde en çok sorgulamayı, düşünce şeklimi değiştirebilmeyi öğrendim...
İnsanın vücudu üzerinde kontrolsüz olduğunu düşündüğü dönemde bile, kontrolünün olabileceğini gördüm.
Bu yılı bitirirken düşünüyorum da, hayatıma ne güzel insanlar girdi. Bunlardan biri de Özlem Dinç.
Beni davet ettiği kalabalık bir akşam yemeğinde tanıştık. Organizasyonu yapan oydu, dolayısıyla o gece pek konuşma fırsatı yakalayamasak da, "Bir ara mutlaka konuşmalıyız" diyerek ayrıldık. Sonra arayı kapadık.
Özlem kendi "dayanıklı, mizahı seven, tutkulu bir hayat yolcusu" olarak tanıtıyor.
Onunla sizi tanıştırma nedenim şu; hepimiz zor bir yılı geride bırakıyoruz, gelecek yıldan beklentimiz çok. Ama gerçekçi olanlarımız biliyor ki, o kadar da kolay bir gelecek bizi beklemiyor.
Dolayısıyla hayata enseyi karartmadan, pozitif devam edebilmemiz lazım. Bunu başarmış insanları daha çok dinleyip, örnek alıp enerjimizi hep yüksek tutabilmeyi sağlamak lazım.
İşte Özlem'in öyküsü de, bize bu dönemde iyi gelecek hayat öykülerinden birisi. Onun hayata tutkuyla bağlılığı, başardıkları, geleceğe bakışı etkileyici.
Özlem küçük yaşta ailesiyle birlikte Paris'e göçüyor. Ortaokula kadar da orada yaşıyor. Sonra tam yatılı olarak abilerinden biriyle birlikte Galatasaray Lisesi'nde öğrenci oluyor.
"Özlem, tam yatılı ne demek" diyorum!
"Yani okuldan hiç çıkamamak. Arkadaşların hafta sonu eve çıkabilirken senin orada yalnız kalman demek" diyor. "İşte bu da seni derin bir yalnızlıkla baş başa bırakıyor. 16-17 yaşlarında aklında deli deli sorularla tek başına kala kalıyorsun öyle... Ölüm nedir? Din nedir? İyi insan nedir?.. Kalıveriyorsun bu sorularla tek başına. Hocalar dışında rol modeli olmuyor insanın, hayattan izolesin yani. Allah'tan çok iyi bir arkadaşım oldu okulda, adı Ayşan. Hâlâ görüşüyoruz."
"Neden o, iyi arkadaşın oldu?" diye sorduğumda, "Hem çok akıllı, hem de hiç yargılamayan biriydi" dedi. "Yani beni, anlattıklarımı dinlerdi. Şimdi İsviçre'de yaşıyor, çok başarılı bir bankacı ve risk yönetimi yapıyor."
Yatılı okul bazıları için çok eğlenceli olsa da, Özlem'in anlattıklarından yola çıkarak, rol modellerini çeşitleyememek ve aile sıcaklığı konuları biraz eksik kalıyor gibi.
Özlem, yatılılık bittikten sonra el yordamıyla, matematiği de çok sevdiği için, kendini Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat'ta buluyor. Üniversiteye çok hevesli başlamasına rağmen verilen eğitimi beklentisinin çok altında bulup; hem okulu, hem de çalışma hayatını devam ettirebileceğini düşünüp iş arıyor.
Kısa bir süre sonra da fuar hostesi olarak başvurduğu Adecco'dan stajyer olarak insan kaynakları (İK) departmanında çalışma teklifi alıyor.
"Burada gelen iş başvurularını elektronik ortama girme işini yaptım. Dijitalleşmenin başladığı o yıllarda arama motoruyla girilen CV'ler hızlıca dosyalanabiliyordu. Burada bir süre çalıştıktan sonra şunu gördüm, ben İK'cı olmak istemiyordum. Oradan ayrılıp başka yolculuklara yelken açtım.
"Yaz tatillerinde Club Med'lerde G.O olarak çalıştım. Çok eğlenceliydi. Sonra HP'ye girdim. Pazarlama iletişimi faaliyetlerinde çalıştım. Burada bolca organizasyon ve PR tecrübem oldu. Rol modelim de harika bir insan olan Seza Babaoğlu'ydu. Bana çok şey öğretti.
"Zaman içinde şirket içindeki değişimler ve benim IT (Bilgi teknolojisi) sektöründe kalmak istememem yeni bir yolculuğa daha taşıdı beni."
"25 yaşındaydım. Hem öğrencilik hem de bu arada çalıştığım farklı şirketler ve yaptığım farklı işler nedeniyle, kısa sürede ne yapmak istemediğimi öğrendim. Ne yapmak istediğimi de... Yaptığım iş beni kucaklamalıydı. 3 ay ara verdikten sonra, kafam daha net olarak, Sony Müzik'te işe girdim. Yabancı albümlerden sorumlu olarak çalıştım. Geçmiş dönemde edindiğim iş tecrübeleri beni buraya taşımıştı. Hem Adecco'daki İK tecrübem, hem de HP'deki teknolojiyle tanışıklığım, istediğim rüya gibi işi bana hediye etmişti" diyor Özlem.
"Bir ara tatil için Paris'e abimi görmeye gittim. Nedense Paris'i hiç sevemedim. Orada 11 yaşına kadar okuyunca, ana dilim gibi konuştuğum Fransızca bana iş hayatımda çok yardımcı olmasına rağmen bu şehir bana hiç iyi gelmedi. O hafta sonu abimle gezdikten sonra motorla eve dönüyorduk. Abim motoru park etmek icin dönüş yaptığında, ben de düşeceğimizi zannedip dengemi sağlamak için bacaklarımı açıverdim. Duvarın köşesine çarpmamla kırılan kaval kemiğim, benim hayatımı değiştirdi.
"İki buçuk ay hastanede kaldım. Motor kullananlar bilir, kaval kemiğinin kırılması çok tehlikelidir. Hastaneye gittiğimde doktorlar biliyordu büyük ihtimalle. Ama ben neyle mücadele ettiğimi tam kavrayamamıştım. Sayısız ameliyat oldum. Önce ayak parmaklarım gitti, sonra bacağım kangren oldu. Bana moraran ayağımı göstermemek için ayağımı kapatıyorlardı.
"O kadar çok ameliyata giriyordum ki, verilen narkoz ve ilaçların etkisiyle yaşadıklarımı başka bir dünyanın içinden yaşar gibiydim. Hatta bir ameliyatın ortasında uyanıp bana ne olduğunu anlamaya çalışmışım... Bana 'Ameliyattasın' dediler. Her şey normalmiş gibi devam etti.
"Başka bir dünyadan gelip kendimi bir filmde izler gibiydim"
"45 gün içinde 26 ameliyat oldum. 26 yaşındaydım. Önceleri bacağım kırık onun için ameliyata giriyorum sanıyordum, bir gün bir hemşire anlattı kangren olduğumu ve bacağımı kaybetmemek için bu kadar ameliyat olduğumu... Ama verilen antidepresanlar ve girdiğim ameliyatlarla aldığım narkozun etkisiyle o kadar kendimde değildim ki, aklımı toparlayamıyordum. Başka bir dünyadan gelip kendimi bir filmde izler gibiydim.
"Bana psikolog verdiler, fakat ne konuşacağımı bilmiyordum. İyiyim ben, diyordum. Hatta şakalar yaptım etrafımdakilere. Hiç ağlayamadım. Anlayamadım başıma geleceği.
"Bir gün aynı hemşire gelip bana 'Sen niye ağlamıyorsun, ağlaman lazım senin' dedi. Kızdım içimden, niye ağlamam gerekiyor diye. Çok üstüme geldi ve o an deli gibi ağlamaya başladım.
"Bana verilen ilaçlar beni uyuşturuyordu. Antidepresanları kesmek istedim. Sonra doktor ilacı aniden kesti. Ondan sonra çok büyük bunalıma girdim. Oysa bu tip ilaçları zamanla kesmek lazımmış.
"Ben doktorun otoritesine güvenmiştim. O gün anladım ki, hayatta hiçbir otoriteye mutlak teslimiyet olmamalı. Kararlarda sorumluluk alıp araştırmak sorgulamak lazım. Protez bacağımın iki milim bile olsa kısa oluşunu hissediyorsam, bunu yapan da bu sorumluluğu almalı, bunu kabullenmemi beklememeli... Bunu en iyi şekilde yapma sorumluluğunu üstlenmeli diye düşünürüm."
"Peki sonra? Hemen Türkiye'ye döndün mü? İşin, annen, abilerin? Motoru kullanan abini suçladın mı hiç?" diye sordum.
"Abimle hiç böyle bir duygu yaşamadık, çünkü onun da bir hatası söz konusu değildi, o sadece keşke benim başıma gelseydi dedi. Onun da bir hatası yoktu. Bu dönemde Sony Müzik bana çok sahip çıktı. Şemsettin Göktaş, o zaman CEO'muzdu. Sony'de uzun yıllar çalışmamış olmama rağmen bana değer verdiler. Global CEO hastaneye gelip beni ziyaret bile etti" yanıtını verdi.
Özlem'den bunları dinleyince ister istemez 'İşte marka şirket olmak böyle bir şey' diye düşündüm. Yıllar sonra bir hikâyenin içine böyle övgüyle giriverirsin.
"Peki hastanede nasıl vakit geçirdin?" diye sorduğumda "O zaman Instagram da yoktu!" diye gülümsedi ve devam etti:
"Facebook yeni yeni başlamıştı. Ben o dönem biraz varoluşuma odaklandım. Altı ay önce başlamış bir ilişkim vardı. Ona da yeteri kadar zaman ayıramadım. Ayrıldık. (Sabredin, böyle kalmıyor bu ilişki). Çok kendimle ilgiliydim. Olanı ve olacakları anlamaya çalışıyordum. Hatta o kadar saftım ki, ameliyata girerken doktorlara 'çocuğum olmasına engel mi' diye bile sordum.
"Ailem tedavi süresince Paris'te kalmamı istedi. Bacağım kesildikten sonra neler yaşayacağımı da hiç bilmiyordum. Hastanedeki doktorlar da bir hastanın ampütasyon sonrası sürecinden bihaberlerdi. O yüzden sorduğum sorulara açıklayıcı yanıt alamıyordum. Fizik tedavim 1,5 yıl sürdü. Gittiğim merkezde herkes ampute idi. İçimizdeki tek anormal, normal olan insanlardı, yani hemşire ve doktorlar." Burayı hafif gülerek anlatıyordu, kara mizah yaparak.
"Kendime acımayı bırakıp, savaşçı ve yılmayan Özlem'i geri getirmeliydim"
"Uzun sürdü alışmam. Gördüğüm her yeni engellinin öyküsü farklıydı. Burası bana sürreal bir ortam gibi geliyordu. Bir gün bir kızla tanıştım, hem kolları hem bacakları yoktu. El protezini 360 derece döndürerek aslında normal birinin yapamayacağı hareketleri ne kadar rahat yapabildiğini gösteriyordu. Çok mutluydu... Bir başka kız tampon zehirlenmesinden dolayı kangren olmuş ve durumu benden kötüydü. Ama hepimiz yeni yaşamımıza adapte olmaya çalışıyorduk. Çoğu zaman, eve dönüp protezimi çıkardığımda, üzülüyor ve saatlerce ağlıyordum. Yapacak bir şey yoktu. Bu değiştiremeyeceğim gerçeği kabul edip onunla yaşamayı öğrenecektim. Kendime acımayı bırakıp, savaşçı ve yılmayan Özlem'i geri getirmeliydim.
"Zannetme ki kolay oldu, çok emek verdim. Hâlâ zaman zaman ataklar yaşıyorum, ama kabul ve hayata tutkuyla bağlanmak önemli."
Buralarda ikimiz de titreyen seslerimize ve dökülen göz yaşlarımıza engel olamadık. Ben sessiz kalıp onun mücadelesinin derinliklerinde kendimi kaybetmek istiyordum. Hayatımda yaptığım gereksiz şımarıklardan utanıp Özlem'in mücadelesine ve yaşadıklarına hayran kalmaya devam ederek sessizce dinlemeye devam ettim. Soru bile soramadım, ağladığımı fark etmesini istemiyordum.
O devam etti…
"O zaman birlikte olduğum erkek arkadaşım beni bırakmadı. Ben de onu. Zor bir süreçten birlikte geçtik. Bana hep destek oldu. Bir gün akşam, yine evde bir atak yaşıyordum. Tuvalette önce sessiz sessiz ağlamaya başladım, sonra sesli ağlamaya… İstiyordum ki, gelsin sarılsın, bana acısın, benim yaşadığım duruma o da ağlasın... Ama o içeriden duyup bir türlü yanıma gelmiyordu. Sonra kocaman sesimle ağladım. İstedim ki; ne oluyor, desin. Gelmedi... Sonra onu çağırdım, 'Niye benimle ilgilenmiyorsun, ağlıyorum burda' dedim.
"O da sordu 'Niye ağlıyorsun?'
"'Olmayan bacağıma' dedim. O da dedi ki, 'Üzülecek bir şey yok, artık bizim 2 başımız 4 kolumuz ve 3 bacağımız var. Biz artık böyle bir aileyiz. Bunda ağlanacak bir şey yok'. Bana güç verdi. Bana acımak yerine bu gerçeği kabullenmem gerektiğini hissettirdi. Hayat kendine acıyarak zaman geçirilecek bir yer değil.
"Sanma ki hala bu atakları yaşamıyorum. Bazen akşam protez bacağımı çıkarıp kendime bakıyorum. Güzel uzun bacaklarım vardı benim. Niye diyorum niye? Tekrar ağlıyor ve üzülüyorum ama eskisi kadar uzun sürmüyor bu ağlamalarım. Şimdi daha iyiyim. Hemen kendime geliyorum."
Soruyorum, "Sence biz engellilerle yeteri kadar nezaketli yaşayabiliyor muyuz?"
"Yurt dışında insanlar alışık engelli biriyle yaşamaya, Türkiye'de durum biraz farklı. Gelip bazıları acıyarak 'hayırdır abla, ne oldu' diyor... Bazen çocuklar soruyor... Bir gün kızımla parkta otururken, küçük bir çocuk gelip 'niye senin bacağın yok' diye sordu... İlk defa duyduğumda irkilmiştim, şimdi daha rahatım ben de cevaplarken. O kadar alıştım ki bu sorularla yaşamaya, artık ilk günlerdeki gibi irkilmiyorum, rahatsız olmuyorum" diye cevap veriyor.
Ya ben, Zuhal biliyor muydu engelli biriyle yaşamayı?
Sonra düşündüm; genelde böyle birini gördüğümde üzüntümü gizlemeye çabalar, içime kaçarım ve normal davranmaya çalışırım... Eğer yanımdan bacağı ile ilgili sorunu olan biri geçerse, yavaşlayıp onun hızına uyum sağlamaya çaba gösteririm. Kendimce küçük sembolik davranışlar...
"Her engelli kişiye biraz duygusal zekanızı kullanarak yaklaşabilirsiniz"
Özlem'e sordum "Engelli birini gördüğümüzde nasıl davranmalıyız ? Çoğunlukla neyi yanlış yapıyoruz?"
"Herkesin adına konuşamam, benim gibi bir engelli hayatına normal devam edebiliyor. Sabah kalkıp lens takar gibi bacağımı takabiliyorum.
"Her engelli kişiye biraz duygusal zekanızı kullanarak yaklaşabilirsiniz. Hiç kimse engellilikten muaf değil. Gün gelip herkes hayatının bir döneminde kalıcı olarak yada geçici olarak bir engellilik yaşayabilir. Dolayısıyla onlara uzaydan gelen bir şey gibi değil de, engelli olduğunu kabul ederek yaklaşmak lazım. Bir gün benim başıma da gelirse duygusuyla değil de, o insanın hakları ve duyguları için engelinin düşünülmesini, öyle yaklaşılmasını öneririm.
"'Ne oldu da bu hale geldin' sorusunu birazcık bastırabilmeyi, becerebilmek lazım. Karşınızdaki insan bu konuyu konuşmak istemezse üzerine gitmeyin mesela.
"Köylerde her şey daha açık. Onlar engellilerle iç içe yaşadığı için süreç daha doğal. Hemen gözünün içine bakıp içten tepki veriyorlar. Gözünün ucuyla korkak kaçak bakıp rahatsız etmiyorlar. Onlar daha samimiler. Daha içten 'geçmiş olsun, bir şeye ihtiyacın var mı?' diye soruyorlar. Acımıyorlar. Hiçbir şey yapamazmışız gibi yaklaşmak, öyle varsaymak iyi gelmeyebilir engellilere. Biraz orta yolu yakalamak lazım. Kendinize nasıl davranılmasını istiyorsanız öyle davranın" diyor Özlem.
Çaba sarf ederek düzenlerini Londra'da oturtmuşlar!
Özlem, evlendikten sonra eşiyle İstanbul'da kurduğu şirketi bir süre sonra Londra'ya taşıyor. Şimdi ikisi de çok çaba sarf ederek kurdukları düzende mutlular, öyle görünüyor. Harika bir kızları var.
2019 yılında Londra'da Turquazz Anadolu Jazz Festivali yapmışlar. Üç hafta süren bu festival onlara çok büyük motivasyon olmuş. Etkinlik yapmaya devam etmişler. Buraya gelen sanatçılara da destek olmaya devam ediyorlar. Özlem aynı zamanda fotoğrafçılık da yapıyor... Şu aralar Mindshift (Zihniyet değişimi) üzerine çalışıyor.
Otodidakt diye bir podcast'i var. Kendi yolunu çizme cesareti göstermiş insanlarla sohbet ediyor. Özellikle başarı hikâyelerinin arkasında gizli, sancılı kısımları aktarıyor. Takip etmek isterseniz linkini paylaşıyorum.
Instagram'dan ve Spotify'dan takip etmek isterseniz linklerini ekledim.
Özlem bana iyi geldi. Onu sevdim, kafamı açtı. Hayata saygı duymamı ve geleni kabul etmeyi ve evrenin gücüne inancımı tekrar hatırlattı.
Bravo Özlem ve bravo Batu…
Haftaya buluşabilmek dileğiyle...