28 Kasım 2021

Anne gözüyle Londra havadisleri...

Babamı kaybettikten sonra annemle her yıl bir şehir keşfetmeye karar verdim

12 yıl içinde pek çok Avrupa şehrine birlikte gittik.

İlk gittiğimiz şehir neresiydi hatırlamıyorum ama ilk Londra ziyareti bizim için çok zevkliydi.

Bu seferki Londra ziyareti ikimiz için de biraz farklı. Artık ben Londra’da yaşıyorum ve annem beni ziyarete evime geldi.

Covid döneminde binbir zorlukla dekorasyonuyla uğraştığım evimi onun görmesini çok istiyordum.

Hem evi alma süreci hem de içindeki inşaatla uğraşmak tek başına pek de kolay değildi aslında.

Neyse ki başarmıştım; anlık üzüntüler ve streslerin dışında gayet keyifliydi aslında. Bütün bu zorluklarla uğraşmak ve onları çözmek benim için öğretici oldu.

Ana yüreği işte, annem benim yorgunluğumu ve stresimi benimle yaşadıkça bana şunu demeden edemiyordu: “Artık kaç yaşına geldin be kızım, bir dur evinin tadını çıkar, bir daha da başka yere taşınma.”

Ama bence o bile söylediğine inanmıyordu eminim.

Kendimi bildim bileli taşınırım ben. Kaç ev değiştirdim hatırlamıyorum. Aslında Mimarlık okusaymışım yeriymiş… Belki o zaman başkalarının eviyle ilgilenirken kendi evlerimle bu kadar uğraşmazdım.

Neyse konumuza dönecek olursak bu sefer İstanbul’dan Londra’ya birlikte geldik..

Zaten artık tek başına seyahat etmek istemiyordu, hele bu dönemde tek başına seyahat etmesi neredeyse imkansız artık.

Onca formu doldur, PCR testi satın al, vs... benim için bile kabus.

Neyse hepsini hallettikten sonra havaalanına geldik. Ben annem için karşılamada tekerlekli sandalye istemiştim. Uçak çıkışında bizi karşıladılar ama uçakta bu servisi isteyen yolcu sayısı maalesef çoktu. Dolayısıyla diğerlerini beklememiz gerekiyordu. Baktım olacak gibi değil, sandalyeyi kaptım ben sürmeye başladım.

Sandalyeyi normalden hızlı ittiğim için arkasından koşmam gerekti. Etraftakiler bana bakıp güldükçe, ben de o şevkle daha da hızlandım, ikimiz de çok eğlendik çocuk gibi. Pasaport kontrol memurunun önüne neşe içinde ulaştım. Hala her seferinde korkarım bu memurlardan. Sanki bir gün bana “Giremezsin!” diyecekler diye… Elalemin memleketi işte.

Saçma bir his biliyorum ama beni hala tedirgin ediyor.

Memur Bey nerdeyse bu sefer pasaportlara bile bakmadan hemen bizi çıkardı bir ohhh çektim. Hemen evin yolunu tuttuk çünkü bir an önce anneme evimi göstermek istiyordum.

Bir gün önceden eve temizlikçi gönderdim;  geldiğimizde her şey derli toplu olsun istiyordum. Evimi beğenmesi benim için çok önemliydi.

Annem dualar okuyarak içeri girdi…

Aman tanrım! O da ne... Ev buz gibiydi! Korktuğum başıma geldi. Oğlum John evden çıkarken odasının camını açık bırakmıştı anlaşılan. Neyse hemen camı kapattım, ışıkları loş yapıp şömineyi yaktım.

Annem evi gezerken sıcak bir çay hazırladım.

Yanıma geldi sarıldı ve “aferin sana, yine çok güzel bir ev yapmışsın, güle güle otur.” dedi.

İşte sınavı vermiştim. Artık içim rahattı. Ne garip bir his bu... Anne onayı ne kadar önemli bir şeymiş.

Ertesi gün ilk olarak evin etrafındaki sokakları gezdik. Sokaklarda dökülen yaprakların nasıl toplandığını merak etti. Büyük bir hortumla çekildiğini görünce hayran kaldı.

Hemen evimin yakınında ağacın içine gömülmüş posta kutusunu görünce heyecanlandı. Allah Allah ne güzel akıl etmişler diye sevindi, cebinden telefonunu çıkarıp ağacın içindeki posta kutusunun fotoğrafını çekti.

Buralarda posta yoluyla iletişim hala çok yaygın. Her gün kapı aralığından en az 5-6 zarf bırakılıyor, çoğu da pazarlama broşürleri.

Yürürken bazı binaların üzerindeki mavi tabelalar annemin dikkatini çekti, “Bunlar ne Zuhal?” diye sordu.

“Bravo anne, pek herkesin dikkatini çeken bir şey değil aslında bu tabelalar.” dedim ve hemen hevesle anlattım.

“Bak bu binada Freddie Mercury yaşamış mesela. Bir binada ünlü bir sanatçı, yazar, şair, düşünür, politikacı yaşadıysa ya da ünlü bir aktivite yapıldıysa onların anısına bu mavi plaketler konuluyor.” dedim. İngiliz kültürünü hatırlatmak için iyi bir yol bu. 150 yıldan beri halkın önerdiği isimlerden belirlenmiş. Özel bir komite tarafından da değerlendirilip yönetiliyor. Bunun da belli kriterleri var. Mesela mutlaka bu plakanın verildiği kişinin en az 20 yıl önce ölmüş olması lazımmış ve Londra'da başka bir binada plaketinin bulunmaması gerekliymiş. Yani aynı kişi iki farklı binada mavi plaketle anılamıyor. Kilise, okul ve tiyatro binası gibi yerlere bu mavi plaketleri koymuyorlar. Bir binaya en fazla iki plaket konabiliyormuş.…

Metroya binerken sağdaki tabelayı sordu merakla, “Peki burada ne yazıyor?” diye. Valla ben de yaşlanınca böyle olacaksam yandı yanımdaki. Nasıl bir merak ve soru sorma hevesi var anlatamam. Ama ben söz verdim; asla sinirlenmeyeceğim. O bana nasıl sabır gösterdiyse, ben daha fazla sabırla cevap vermeye devam.

Bu arada annemin en büyük eğlence kaynağı diziler. Hemen Digitürk satın aldık. Açıp kapaması ona karışık geldiği için dışarı çıkmadan önce istediği kanalı ayarlıyorum. Yanlışlıkla eli değip programdan çıkarsa bütün gün benim eve dönüşümü bekliyor.

Bazen onunla dizi seyretmek için oturuyorum ama ne mümkün; bir sahneden diğerine geçiş sanki bir ömür alıyor. Oyunculuklar feci, senaryolar korkunç... Oysa Netflix için yapılan Türk dizileri olağanüstüler. Televizyondaki bu korkunç diziler halkın kafasını uyuşturmaktan başka bir işe yaramıyor bence.

Annemde iltihaplı romatizma var, o yüzden rüzgar nerden eser hemen hisseder. Geldiğinden beri söyleniyor. “Niye bu kadar büyük pencereler yapmışlar bu soğuk memlekette, ne gereksiz…” diye.

Konu pencerelerin büyüklüğünden ziyade eski çerçeveler ve maalesef evlerin çoğunda çift cam yok. Bana “şu Türkiye’deki Pimapen’lerden yaptırıp getirsen, taktırmazlar mı?” diye soruyor. Bu eski tarihi evlerde evin içindeki boyaya karışacaklar neredeyse. Her şey o kadar kurala bağlı ki burada, kafana göre bir şey yapmak/yaptırmak mümkün değil.

Bu arada annemi görmeye eve gelen bir-iki arkadaşım eve ayakkabıyla girdi. Annem onlar gidince evi dezenfekte etti. Sebep sokaklar… Özellikle köpek pisliğini görünce çok kızıyor. Ne pis bunlar, her yer çöp içinde diye… Bu kadar pis sokaklardan insana her türlü hastalık gelir diyor. Belki de haklı... “Ama anne onlar böyle rahat ediyor, bak onlar da yaşıyor biz de. Ayrıca İstanbul’un da çok temiz olduğu söylenemez…” desem de o Londra’yı pek temiz bulmadı. Bana göre de haksız değil aslında. Eve ayakkabıyla girmek, özellikle kışın, çok sağlıksız.

Birlikte market gezmeye bayılıyoruz. Özellikle hazır yemek reyonlarını incelemek onun hoşuna gidiyor. Ne kadar değişik meyveler var burada diyor, her şeyin en iyisini yiyorlar diyor. Haklı. Dünyanın her yerinden sebze ve meyvenin en lezzetlisi geliyor buraya.

Küçük bakkal ve marketlerde beyaz peyniri ve yoğurdu “Greek” olarak görünce üzülüyor.

Neden bizim Türk peyniri, Türk yoğurdu bilinmiyor da yoğurda “Greek” yoğurdu diyorlar diyor. Baklava bile Arap tatlısı olarak biliniyor diyor.

Herkesin tek bildiği marka Türk kahvesi.

Anneme nasıl anlatsam nerden başlasam bu durumu bilemedim. Bu uzun bir yolculuk ve hükümetlerden bağımsız uzun dönemli bir strateji lazım. Her hükümet değiştiğinde değişmemeli, ülke kalkınma politikası olmalı ama maalesef bu treni kaçırdık galiba dedim.

Her mahallede mantar gibi yayılmış İtalyan ve Yunan restoranlar onun da sinirini bozdu.

Ben de takıldım; “hadi anne senin meşhur tavuklu pilavını yapıp burada bir restoran açalım” dedim. Adını da Türkçe koyalım, belki sen tek başına yapabilirsin bu işi…

Açık havada yürümek hoşumuza gidiyor. Parklara bayılıyor. Evime en yakın park Holland Park. Parkın içindeki Japon bahçesine ayrı hayran kaldı. “Bak sen şu Japonlara ne güzel tanıtım yapmışlar.” dedi. Sonra sordu “Londra'da böyle kaç park var?” diye. Sayısını  bilmiyordum hemen google’ladım. 3000 park varmış. Londra’nın da neredeyse %18’ini parklar oluşturuyormuş. Parklar, yolların ve tren istasyonlarının toplam büyüklüğünden daha fazlaymış, okuyunca ben de şok oldum.

Annemle Londra ayrı güzel. Biz gezmeye devam edeceğiz ama şu yeni varyant canımızı çok sıkıyor. Aman dikkat …

Kalın sağlıcakla.

Yazarın Diğer Yazıları

Frieze Sculpture’un başındaki Türk’ün sanat dünyasına attığı imza!

Frieze Sculpture’ın küratörü bir Türk. Boğaziçi Üniversitesi’nde matematik okuduktan sonra Londra’ya gelip Goldsmiths'te sanat eğitimi almış. Şimdi dünyanın dört bir yanından sanatçıları davet edip eserlerini Regent’s Park’a yerleştiren önemli bir isim

Bunca yıl neden gitmemişim diye düşündüm

Karizması olan bir şehirmiş Atina...

Bir daha asla demeyeceğim: "Hindistan mı asla! Ne işim var orada!" dedim ve yine gitmek istiyorum

Giderken beni hijyenle ilgili o kadar korkutmuşlardı ki yanıma aldığım kraker ve kuru yemişlerle iki hafta geçirmeyi planlıyordum. Oysa hiç öyle olmadı. Gezi boyunca inanılmaz güzel Hint yemekleri yedim. Her şey nasıl baharatlı ve lezzetliydi anlatamam

"
"