Pakize Hazar, jandarmanın raporunda dikkatsiz davranıp, zırhlı aracın altına girmekten %100 kusurlu bulundu!
Yaşlıydı.
Onu ilk defa, elinde bastonuyla bir caddede yürürken gördüm.
Feleğin çemberinden geçtiği her halinden belliydi.
İncecik bacakları, yorgun bedenini güçlükle taşıyordu.
Kayyum atanmış Diyarbakır’ın, yine Kayyum atanmış bir ilçesindendi.
Lice’dendi...
14 Haziran 2017 tarihli bir videodan izliyordum.
Bilmiyordum, o gün öğrenmiştim; adı Pakize Hazar, 85 yaşındaydı.
Yaşlı bedenini iki yana salınarak, ağır aksak taşıyarak yürüyordu.
Mümin Ağa Caddesi iki yıldır trafiğe kapalıydı.
Öyle ya, OHAL vardı memlekette. Devlet, istediği caddeyi trafiğe kapar, istediğini hemen açardı.
Olmasa da ne yazardı ki! Hep olağanüstü değil miydi orada hayat, ya da olağan değil miydi zaten, her daim sıkıyönetim altında yaşamak?
Pakize Hazar caddenin bir tarafında yürüdü.
Kaç çocuğu vardı, kaçı evlenmişti, kaç torun sahibiydi?
Kaç evlat büyütmüştü kim bilir; kaçı dağa çıkmış, kaçı suç işlemiş, kaçı şehit olmuştu, bilmiyordum.
O gün, yaşlı maaşını almak için evinden çıktı.
Kayyum atanmış bir şehir gibi yalnız mıydı, kimsesi yok muydu, sahipsiz miydi?
Trafiğe kapalı caddede kimsecikler yoktu, yürüdü…
Yaslandı bastonuna, ağır aksak bir kaç adım daha attı, park etmiş zırhlı bir aracın önüne geldi. Araç yavaşça hareket etti, hafif sağa, kadının üzerine kırdı; Pakize Hazar’ı altına aldı, küçük bir tümsek gibi üzerinde geçti!..
Kanun hükmündeydi cürmü
Öldü!
Pakize Hazar öldü...
Sadece öldü!
Bu kadar basit, ecelsiz ve yalın işte!
Bu kadar sessiz, bu kadar sade, bir o kadar ucuz!
Geldi!
Aniden geliverdi!
Her zamanki gibiydi…
Yine taksirleydi.
Yine öfkeliydi, en yüksek perdedendi sesi, demirden bir zırha bürünmüştü yüzü.
Yine kanun hükmündeydi cürmü!
Duydunuz mu, öldü o!
Zırhlı bir aracın, buldozeri andıran tekerleği altında bir anda can verdi.
Oradan geçen biri, elleriyle başını dövdü, bir diğeri sadece gördü, diğer ikisi dönüp bakmadı bile…
Yaşlı kadın öldü!
Zırhlı araca gelince…
Kirpi deniyordu adına. Hiç bir şey olmamıştı sanki. Göreve çıkmış gibiydi, direksiyonu yavaşça kırdı, çekti gitti…
Trafiğe kapalı Mümin Ağa Caddesi’nin tam ortasında, yaşlı bir ölü kaldı geride...
Kayyum atanmış şehrin nüfusu yalnızca bir adet(!) azaldı, onun kayyum atanmış ilçesinin de öyle...
Hiç değil şahadet getirmiş miydi?
Onu hiç tanımamıştım.
Zırhlı bir aracın altında can vermeden önce görmemiştim bile.
Ölümü, bir video parçasının saniyelerle ölçülecek denli parçasına sığacak kadar kısa ve çabuk olmuştu.
85 yaşına ne acılar sığdırmıştı bilinmez.
Ak tülbendi, kırmızıya boyanmış halde, öylece hareketsiz duruyordu.
Trafiğe kapalı bir caddenin ortasında etten, kemikten, kandan ibaret bir günahı andırıyordu…
Kim bilir, sıska, cılız bedeni kaç yerinden kırılmıştı? İncecik kemikleri, un ufak olmuş muydu? Yandım Allah, diye bağırmış mıydı? Gördüm, bir buldozer gibi üzerinden geçmişti zırhlının tekerleği, başı ezilmiş miydi? Ölmeden evvel, hiç değil şahadet getirmiş miydi?
Devlet çabuk harekete geçti. Taksirle adam öldürmekten dava açtı..
Pakize Hazar, jandarmanın raporunda dikkatsiz davranıp, zırhlı aracın altına girmekten %100 kusurlu bulundu!
Zırhlı aracın sürücüsüne gelince.
İfadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı bile...
İsimsiz bir Kürt anası
Pakize Hazar.
Bir valinin veya şehirli bir bürokratın annesi değildi o; bir bakanın, hatırlı bir sanayicinin, ya da bir generalin...
Öğrenmiştim artık, Lice’nin Abalı Köyü’ndendi o.
Doksanlı yıllarda köyleri boşaltılmıştı. Yaşlı yüreğinde taşıdığı yük, bir zamanlar bölgeyi saran yangın fırtınasından, paylarına düşenin yalnızca küçük bir parçasıydı.
Ve o sadece 6 kız, 2 oğlan çocuğunun isimsiz bir Kürt anasıydı.
Her gün televizyonlarda ahkâm kesen bir siyasi parti liderinin, ya da bir devlet büyüğünü muhterem annesi değil!
Oysaki pekâlâ mümkün olabilirdi bu. Zırhlı aracın altında can çekişen, bir başbakanın annesi bile olabilirdi.
Sahi ya, olsaydı ne olurdu?
Bu kadar sessiz, sitemsiz mi olur muydu ölüm?
Elini kolunu sallayarak serbestçe dolaşır mıydı?
Kanun hükmünde, aceleyle işlenir miydi bir cürüm?
Sahi eşittik, değil mi biz, kanunlar önünde eşittik?
Aynı güzel vatanın, aynı eşit değerde, aynı haklara sahip eşit yurttaşlarıydık, değil mi biz?
Öyle ya, eşittik biz…
Taksirle kırılırdı kapılar
Orası Diyarbakır’dı.
Önünde, dağlarda kart kırt diye yürüyenlerin adı saklı bir şehirdi o.
İster ateş olup bir silahın namlusundan çıksın, ister gökten paramparça ölüm olup yağsın, isterse de bir panzerin davetsiz ziyareti ile uykuda yakalamış olsun...
Yanık bir coğrafyaydı orası.
Hep sessizce sokulurdu oralarda ölüm.
Nedense, hep öldüren değil, ölenler soruşturulurdu.
Çoğu kez haber değeri bile olmazdı ölenlerin. Ana akım medyada, ya hiç sözü edilmez, ya da gazetelerin iç sayfalarında iki satırlık kazalara dönüşürdü.
Haberini ise gazeteciler değil, teröristler yapardı.
Bu yüzden olsa gerek, çoğunlukla aslı olmazdı bu tür haberlerin.
Çünkü ölüm aceleciydi oralarda, sıradandı, arsızca kol gezerdi sokaklarında.
Kapılar hep taksirle kırılır, hep taksirle yıkılırdı evlerin duvarları.
Suçlular ise daima korkusuz olurlardı.
İddialar, hep taksirle, diye başlar, en yüksek mertebeden anında yalanlanırdı.
Failler, ne kadar da hızlı serbest kalırdı ardından.
Hep endişeli olurdu yüzleri sokakların, bilinmeyen bir dilden hikâyeler anlatırlardı birbirlerine.
Hep efsunlu gibiydi sanki isimleri.
Hep taksirle gelirdi oralara ölüm.
Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?
İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli...
Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor