Aslı Erdoğan.
Düşlerinin korkusuzluğunda bir yazar.
Ölüm ve parçalanmışlıklar üzerine sözü olan, hayata ve adaletsizliklere dair sorular soran…
Kapatılan Özgür Gündem gazetesinin Yayın Danışma Kurulu üyesi, yazarı.
Hrant’ın dostu, arkadaşı.
Onun bir güvercin ürkekliğindeki duygularının yoldaşı.
* * *
Yazarları olurdu bazen şehirlerin, fırtınalı bir hayatın kıyısında yaşayan.
Issız sokaklarına sokulurlardı, insanların terk ettiği, kedilerin ve köpeklerinse sahipsiz kaldığı…
Kimseler duymazdı.
Müebbetlik düşler kurarlardı kıyılarında.
Çok renkli, çok sesli, çok dilli düşler.
Ayın altında bir yakamoz parıltısı, güneş vurduğunca apaydınlık, billur bir su damlasının berraklığı gibi düşler.
Son derece samimi, naif ve gerçek olan düşler.
* * *
“Cennetin ve ölümün sınırında.”
TRT’nin, bir zamanlar yaptığı belgeselin adıydı.
Cennetin ve ölümün sınırında yaşayan bir kadını anlatıyordu.
Aslı Erdoğan’ı yani…
Günahkâr bir zaman diliminin içinden, arkamıza bakmadan koşar adım ilerliyoruz.
Gölgelerimiz birbirine çarparak devriliyor.
“Bir hastane koridorunda parmak uçlarında yürürcesine ağır ağır geçiyoruz” diyordu “bu günlerin de içinden” yazar.
Aslı’ydı.
Sözlerin sakıncalı, yazıların hep şüpheli görüldüğü talihsiz bir devrin yazarıydı.
Duvarları cam kırıkları, keskin çivilerle kaplı kocaman bir hapishaneye benziyordu ülke.
Ne kadar da acımasız geçiyordu hayat.
Ve ihbar etmekte gecikmiyordu kelimeler; cümleleri ele veriyordu onu, kırık dökük hayalleri, sınırsız umutları; kaygıları ele veriyordu…
Vaz geçtikleri ele veriyordu çünkü onu, ardına bakmadan terk edip gittikleri, bir çırpıda unutuverdikleri…
İşte bu yüzdendir ki, vakitsiz çalındığı oluyordu kapıların.
Kökleri derinde bir korkunun, çağlar öncesine aitmişçesine bir nefretin, ötekisi olmayan bir tahammülsüzlüğün duvarları arasında buluyordu kendini.
Bir hapishanenin ağır kokulu, rutubetli hücresinde kalıyor, ışıksız koridorlarında parmak uçlarına basar gibi yürüyordu.
* * *
Cennetin kıyısında dolaşıyordu daima.
Hep aykırı düşler kuruyordu sokaklarında eski şehirlerin
Bazen Galata’nın, bazen Rio’nun, bazen de Diyarbakır’ın.
Cizreli çocukların kaybolmuş hayallerinde soluyordu gülüşleri; oğullarının ellerine, torbayla tutuşturulan, babaların yanmış kemiklerinde.
Ölümün sınırında yürüyordu durmadan.
Aradığında, nedense hep ötekilerin dünyasında buluyordu kendini.
En alttakilerin ölümcül çaresizlikleriyle dolu, sessiz ama kırılgan, karmaşık ama duygu yüklü dünyalarında.
Edebiyatı, yazmayı, üretmeyi; konu insan olunca sevmeyi, inceliği düşlerine yelken yapıyordu.
Memnun olmadığı, ona sunulan bu hayattan başka, daha özgür bir hayatı düşlüyordu daima.
Sabahattin Ali Öykü Ödülü’nü, edebiyatımızın çınarı Yaşar Kemal’in elinde aldığında müebbetlik düşlerinin doruğundaydı.
Koca çınarın eline tutuşturduğu ödülüne bakarken, bir kez daha hırçın bir denizin köpüklü dalgalarında hissediyordu düşlerini.
İtirazı vardı bu hayata.
İtirazını yazdığı öykülere, gazete yazılarına, denemelerine işliyor, borcunu ödemek için şerhini düşüyordu böyle bir hayata.
* * *
Sorular evreninde yalnızız…
Zifiri bir karanlık hükmünde çoğalıyor karşılıklar.
Işıl ışıl parıldayan Samanyolunda öyle küçük bir nokta ki şimdi kimliğimiz.
Gözlerim, görünmeyen bir yıldızın yokluğunda huzursuz.
Müebbetlik düşler kuruyorum bir başıma.
Büyük bir mahpushanenin pencere mazgallarında.
Yaralı bir kuşun kanatlarında.
Yanıtlar biriktiriyorum gelecek nesillere, özenle seçiyorum sözcükleri.
Henüz görünmeyen bir ufkun berisindeyiz, kirlenmemiş kelimeler arıyorum kendime.
Birden Aslı Erdoğan takılıyor usuma, Necmiye Alpay ve diğerleri…
Hayatın kirletemediği, gizli hesapları olmayan, hepsi saf, hepsi birbirinden güzel, hepsi apak çocuklar...
* * *
Biliyorum.
Bize ırak diyarlarda, henüz keşfedilmemiş acıları var şehirlerin.
Hep beraber, bize ırak şehirlerin acılarını taşıyoruz kalbimizde.
Biliyorum, ağır bir suç, bize ırak şehirlerin acılarını taşımak!
Ama çare yok, bir adı olmalı dışımızdaki bu başıboş sahipsizliğin.
Ruhum bir tsunaminin dalgaları gibi ağır ve yalnız.
Kalbimin surlarını dövüyor durmaksızın.
Ne ben durdurabilirim bunu, ne dışımızdaki soğuk karanlık.
Kelimelerden siperler kazıyorum kendime, bıkıp usanmadan siperler.
Biliyorum, bu ben değilim, giderek yaklaşan bir ölümün sıcaklığı bedenimi sardığında ben olmayacağım o siperin içinde.
Belki bu yüzdendir korkusuzluğum.
Belki bu yüzden işte, en cesur sözlerimi hep yarınlara saklıyorum.
İçimde asla teslim olmayacak duygular, dayanamıyor, müebbetlik düşler kuruyorum.
Açıyorum gözlerimi, bütün sorular çürümede.
Apansız yıkık bir kente dönüyor cümlelerim.
Ahh Cizre!
Tarihe yeri göğü delen çığlıklar, bilinmeyen dilde acılar, yanık et kokuları bırakan şehir!
Bir süredir güvercin sesleri yükselmiyor semalarından, niye?
Elimde mi yoksa bu ölümcül çaresizlik!
Adını her söylediğimde ışıksız bodrumlara düşüyor hecelerim, yanık bir ses olup parça parça oluyor cümlelerimde.
Bir bir diziliyor adları usuma semtlerin.
Kalemim tutuşuyor karanlık bir çukurda, yaralarım açık, biteviye is kokuyor yazdıklarım.
Sesim, soğuk bir metal yığınının arkasında paramparça, koyu, mavi bir derinliğe akıyor durmaksızın.
Anlıyorum, aklım, güpegündüz bana yeni tuzaklar kurmaya hazır.
Rüyalarım, henüz oyun oynamaya doymamış, çocuk ölülerinin donuk bakışlarında saklı.
Zaman, serseri bir kurşun gibi saplanıyor etlerime, lime lime oluyor, savruluyor.
Çıkmaz bir sokakta yaşlı bir bedeni ararken rastlıyorum ölüme!
Zaman geçtikçe daha çok bulanıyor zihnim, kelimelerimdeki o hırçın çaresizlik ucun ucun kanıyor.
Göğsüm, ilk nefesini soluyan yeni doğmuş bir bebeğin ciğerleri gibi yanıyor.
* * *
Aslı Erdoğan.
Cennetin ve ölümün sınırlarında dolaşan yazar.
Özü de, sözü de bir olan insan.
Doğru bildiği yoldan şaşmayan, içinden geldiği gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan.
Kelimeleri sırlı, sözleri heyecanlı, gözleri bir sonsuzluk denizindeki yeşil ada parçacıkları gibi ışıl ışıl.
Düşleri, acının, gözyaşının, bodrumların, yanık ağıtların olmadığı bir ülke tasavvurunda.
Hep çılgın ve asi, hep korkusuz ve mert, hep aykırı ve sevecen.
Her daim umutları olan, sonsuz umutları; gidilmemiş denizlerin kıyısında alışılmadık düşler kuran.
Henüz keşfedilmemiş, ele avuca sığmayan düşler…
* * *
Ülkeyi istila eden kirli siyasetin güç ve servet savaşında safını özgür basından yana seçti, kalemini dik tuttu.
Göğünü aydınlatmak için yollarına düştüğü ülkenin yeryüzü de bir o kadar karanlıktı.
Ama olsun, o yine de korkusuzdu.
Her zaman olduğu gibi sözünü esirgemedi.
Müebbetlik düşler kurmaya devam etti.
Kendisi olmaktan asla vaz geçmedi.
Her zaman aslı gibiydi yani.
Tutuklandı!
Cennetin ve ölümün sınırlarında dolaşmaya tam teşebbüsten ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyor şimdi.