“Taşı delen damlaların şiddeti değil, sürekliliğidir.”
Latin atasözü
Bugünlerde, çocukluğundan yorulmuş gibi ruhum.
Yaralı ve tedirgin.
Sabahın eşiğinde, kuru ayazlara kulak veriyor kalbim.
Ne vakit gelecek o müphem karanlık, hangi kapıyı destursuz çalacak, nasıl hoyratça davranacak?
Hangi güzel insanı en ince, en kırılgan yanından ele geçirecek; alıp götürecek aramızdan, kestiremiyorum.
* * *
1990’lı yıllardı.
Kdz.Ereğli-İstanbul arasında mekik dokurken her seferinde geçerdim o yoldan.
Dilderesi Tüneli’nden İstanbul yönünde çıkıp arabayı aşağıya doğru saldığımızda heybetli, kirli gövdeleriyle üzerimize üzerimize gelen fabrikaları görürdük.
Vadiyi kaplayan zehir bulutunun içinden geçip yokuşu tırmanırken camları sıkıca kapatmayı ihmal etmezdik.
Bu bile yetmezdi, dışardaki amonyağa, sülfüre, kükürte doymuş kirli havanın genzimizi yakmasına.
Vadinin yamaçlarında, bezgin, soluk suretleriyle dizilmiş gecekondular olurdu. Buralardaki insanların nasıl olup da bu zehir bulutunun içinde yaşadıklarını düşünür, şaşardım.
Dilovası’ydı burası.
Emek ve sermaye arasındaki o muazzam çelişkiyi ifşa edercesine her türlü fabrikanın plansız, programsız olarak kendine bir yer bulduğu Kocaeli’nin sanayi vadisi.
Onur Hamzaoğlu’nu işte o yıllarda tanımıştım.
Üniversitede halk sağlığı uzmanı bir hocaydı.
2011 yılında Kocaeli’nin Dilovası ve Kandıra İlçelerinde Yaşayan Gebelerden Doğan Bebeklerde Ağır Metal Maruziyeti ve Büyüme Gelişme Durumu üzerine bir araştırma projesiyle dikkat çekmişti. Bölgede daha önce 1995-2004 yılları arasında 493 ölüm vakasının yüzde 32'sinin kanserden kaynaklı olduğunu kanıtlamıştı.
Türkiye ve dünya ortalamalarının çok üstünde bir orandı bu. Bebeklerin kanında, dışkılarında, daha ötesi emziren kadınların sütünde dahi ağır metallerin tehlikeli oranlara yükseldiğini belgeleriyle ortaya koymuştu.
Vardığı bütün bu çarpıcı sonuçları halkıyla paylaşmış, böylece ağır bir suç işlemişti!
Üç gün önce, gözümü açar açmaz Twitter’daki haber metinlerinde rastlamıştım ona.
Bir sabah vaktiydi; aydınlıktan önce çalmışlardı kapısını, fotoğrafından hemen tanımıştım.
Yüzünde kocaman gülümsemesi vardı.
* * *
Dilovası, dünyayı bir ahtapot gibi saran devasa tekellere bağlı şirketlerin, temizlik sektörü devlerinin, ağır sanayi tesislerinin bulunduğu bir yerdi.
Onur Hamzaoğlu, işte bu yerde, arının kovanına çomak sokmuştu!
Üniversitesi, hakkında soruşturma açmış, Kocaeli ve Dilovası belediye başkanları tarafından anında şikâyet edilmişti.
Oysaki o, hiçbir kişisel çıkarını, halk sağlığının önüne koymayan biriydi.
İlaç şirketlerine danışmanlık yaparak milyonlar kazanmak yerine, halkının sağlığına adamıştı kendini; bilime, insanlığa, öğrenci yetiştirmeye…
Davalar yıllar sürmüş, sonunda üniversitenin verdiği cezalar iptal edilmişti. Kocaeli Büyük Şehir Belediye başkanı ise Onur Hoca’nın bilimsel kimliğine hakaretten mahkûm olmaktan kendini kurtaramamıştı.
Belediye başkanına karşı açtığı tazminat davasını kazandığı mahkemeden çıktığında, yüzünde, kendini bilime ve halk sağlığına adamış birinin o gururlu gülümsemesi vardı.
* * *
Sonraki yıllarda bilime ve halka adanmışlığından asla ödün vermedi.
Aynı zamanda bir 28 Şubat mağduruydu o.
Üstelik şimdi, bir de barışa adamıştı kendini. İmzaladıkları Barış Bildirisi’yle ülkedeki 1128 akademisyenle birlikte, o da Kocaeli Üniversitesi’ndeki 21 akademisyenle savaşsız bir ülke istedi.
Ancak, barış istemenin suç olduğu bir ülkede yaşıyordu.
Bu yüzden istediği şey suç sayıldı!
Hakkında soruşturmalar açıldı. Kocaeli Üniversitesi’ndeki barış talebini dile getiren 19 akademisyenle birlikte 1 Eylül 2016’da görevine son verildi.
Adı aklıma kazınmıştı bir kez, rastladıkça ilgiyle takip ediyordum onu.
2016 Kasımında Halkların Demokratik Kongresi'nin (HDK) 7. Genel Kurulu’nda Gülistan Koçyiğit’le birlikte yeni eş sözcü olarak seçilmişti.
Geçenlerde, “savaş bir halk sağlığı sorunudur” diye bildiri yayımladıkları için TTB Merkez Konseyi üyeleri gözaltına alındığında; bir aydın, bilim insanı, halk sağlığı uzmanı olarak meslektaşlarının arkasında durdu; savaşa karşı barışı savundu, ölüme karşı yaşamın safında yer aldı.
Belli ki bu yüzdendi, sabahın kör karanlığında çalmıştılar kapısını.
Yüzünde yine o babacan gülümsemesi vardı.
* * *
Onu yakından tanıyanlar bilirdi.
Almasını değil, vermesini seven, ayrıcalıklı olmaktan hoşlanmayan; sözünün eri, sonuna kadar güvenilir, kibar, sesini yükseltmeden konuşan bir insan ustasıydı o.
Epidemiyolojinin Türkiye’deki guruları arasındaydı. Halk sağlığı denince, akla ilk gelecek birkaç kişiden biriydi.
Çeşitli üniversitelerde toplam 8 tezin yöneticisi, 16 projede görev almış, 5 bilimsel kuruluşun üyesi; uluslararası alanda 1, ulusal çapta 9 ödül sahibi…
Şimdiye kadar 18 kitabı basılmış, uluslararası hakemli dergilerde yayımlanmış 18 makalesi bulunan, diğer indeks kapsamından 6 yayın sahibi…
Daha sayayım mı?
36 bilimsel makalede eserlerine atıflar yapılmış, 17 uluslararası bilimsel bildiri yayımlamış, ulusal hakemli dergilerde yayımlanmış 121 makalesi bulunan…
Bitmedi, dahası da var; basılmış 3 uluslararası kitapta bölümleri olan, ulusal bilimsel toplantılarda sunulan ve bildiri kitaplarında basılan 8 adet bildiriye sahip, SCI, SCI Expended, SSCI Kapsamındaki 5 tane hakemli dergide görev almış, 6 ayrı bilimsel dergide sorumluluk üstlenmiş bir eğitimci, bilim insanı, profesör.
Meslek örgütü Türk Tabipler Birliği’ne büyük emekler vermiş, 40 yıllık Toplum ve Hekim Dergisi’ne uzun yıllar editörlük yapmış ve buradaki görevini dünya yıkılsa aksatmamış disiplinli, çalışkan bir görev adamı.
Ama bütün bunlardan önce gelen bir özelliği var; İNSAN!
Bir sabah uyandığımda, kapısının erkenden çalındığını öğrendiğim, haber metinlerinin altından bana gülümseyerek bakan, işte bu insan canlısıydı.
Gözlerinde ise kocaman gülümsemesi vardı.
* * *
Onur Hamzaoğlu.
Kocaeli Üniversitesi profesörlerinden.
Halk sağlığını tehdit eden çok önemli bir durumu ortaya çıkaran bir bilim insanı.
Başka bir ülkede olsa, el üstünde tutulur, başa taç edilirdi.
Oysa ki öyle olmadı!
Çünkü, çoktandır çürümüştü ülkenin yüzü.
Ve ülkenin çürüyen yüzünde, ayaza kesmiş sabahlar ürkütücüydü.
O üzülmedi!
Gittiği her üniversitede tek tek bütün öğrencilerinin sevgili hocası oldu.
Halkın, Dilovası’nda başının tacı, Gebzeli kadınların Hamza Babasıydı o.
Lakin sabahın gün değmemiş karanlığında Salacak’ta bir evin kapısına dayandıklarında kapıyı açan oydu.
Yüzünde, yine gülümsemesi vardı.
* * *
Hoyratça çalmışlardı evinin kapısını.
Davranışları kaba, sözleri hadsiz, tavırları ölçüsüzdü.
Onurlu, ödün vermez bir insandı; eğilmedi, geri adım atmadı.
Haklarını hatırlattı onlara.
Gelenlerin ancak galoşla izin verdi içeri girmelerine.
Sakindi, soğukkanlıydı.
Temiz, siyah deri montunu giydi; belki de ilk defaydı, kravatını takmadı.
Evinde arama yapılırken, çayını içti, kahvaltısını yaptı.
Arama yapanlar evlerinin bilimle, sanatla, insan kokusuyla dolu olduğunu görerek şaşırdılar.
Sağlık politikaları ve eşitsizlikler gibi sayısız bilimsel çalışmanın yanından geçtiler.
Zorunlu Göç Yaşayan Ailelerin İkinci Kuşak Üyelerinin Sağlık Durumuna ilişkin proje dosyalarını görmediler.
Yoksulluk ve sağlık üzerine çalışma dosyalarını, şöyle bir göz ucuyla süzdüler.
2016 yılında Kocaeli’de 21 barış akademisyeni olarak gözaltına alınıp serbest bırakılmışlardı.
Onları desteklemek üzere gelen ve gözaltına alınan son öğrenci de bırakılıncaya dek mahkeme kapısında bekleyen yine oydu.
Onun, o sonuna dek sahiplenici, o mazbut, o naif yanına hiç yaklaşamadılar bile.
Yüzünde, kocaman gülümsemesi vardı.
* * *
O bir barış savunucusu, yaşam sevdalısıydı.
Barış savunucularının silahı olur muydu peki?
Elbette ki olmazdı!
Onların silahı değil, kalemi olurdu; sesi olur, sözü olur, şiiri olurdu. Öğrencilerine verilecek dersi olurdu onların!
Ararsanız eğer, evlerinde en çok kitapları bulunurdu. En değerli hazinelerini ise yüreklerinin en kuytu zulalarında saklarlardı; umut olurdu, sevda olurdu, düş olurdu.
Lakin onlarsa, kolay ele geçirilemezdi.
Evindeki arama, saatler sürdü.
Kütüphanesinde raflar dolusu kitaplara rastladılar. Akademik çalışmalara, halk sağlığı üzerine projelere, tez dosyalarına… Dosyaların içinde Dilovası’ndaki gebe kadınların, Gebzeli çocukların ağır metal tadında hikâyeleri vardı…
Tehlikeli gördükleri bazı kitapları, kimi kalın dosyaları, CD’leri, bir de bilgisayarını ele geçirdiler!
Yüreğinde, toprağına doğduğu kültürün zenginliği taşıyordu.
O sevecen, o dost, o babacan sıcaklığına dokunamadılar.
Giderken, gözlerinde parça parça, billur bir ışıktan kopmuş gibiydi bakışları.
Sıcacık, ekmek tazeliğindeydi, o kalender gülümsemesini ele geçiremediler.
Onur Hamzaoğlu’ydu adı, kollarına girip onu götürdüler.
Gözleri, “bekleyin, hemen döneceğim” diyordu.
Gülümsemesi bize kaldı.