O Gece, Gemerek’te.
Soğuk bir Mart günüdür.
Havada sulu sepken, karla karışık bir yağmur. Deniz, bir tarlanın içinde, çukurdadır.
Askeri araçların farları çukurun üzerini aydınlatmaktadır. Polisin elinde tabanca, jandarmada tüfek, birbiri ardına mermiler saplanmaktadır çamura ve kara.
Denizse, arada bir başını çıkarıp ateş etmektedir. Öldürmek amaçlı değil. Ya ayaklarının altına askerlerin, ya da başlarının bir karış üzerine.
Nasıl oluyorsa, içinde kıvrıldığı ölüm çukurunda, birden Mayakovsky geliyor aklına:
“Susun artık konuşmacılar, savdınız sıranızı.
Söz şimdi mavzer arkadaşta, şimdi o konuşacak”
Gariptir ama işte bu dizeleri anımsıyor. Rus şairin dizlerini tekrarlıyor içinden, doğrulup bir mermi daha yakıyor.
Tam o anda ölümü düşünüyor. Hâlbuki hiç aklına getirmezdi ölümü. Hiç korkmazdı ondan.
Derin bir sessizlik oluyor bir an. Bu sefer bilimi düşünüyor; bilimi, insanlığın geleceğini. İki yüz yıl, üç yüz yıl sonrasını. İçinde bulunduğu durum, tıpkı Lonesco'nun oyunları gibi anlamsız geliyor ona. Birden yaşamak gerektiğine inanıyor. Sonra, ölümü düşündüğü için utanıyor.
* * *
Mahmut Sabah.
Dönemin Hürriyet Gazetesi’nin Kayseri muhabiri.
Deniz’in Şarkışla’da olduğu bilgisi Kayseri’de ona ulaştığında, heyecan içindedir. Gazeteci refleksiyle koşacak, olaya tanıklık yapacak tek gazeteci olarak ekibin içinde yer alacaktır.
Tanıklığını on yıllar sonra kaleme aldığı, “O Gece, Gemerek’te” adlı kitabında anlatır.
Derin bir sessizlik çökmüştür soğuk karanlığın üstüne…
Bütün silahlar susmuştur. Sonra silahını fırlatıp atar Deniz, “çıkıyorum” der.
Ürperti verici o zifiri karanlık, araçların farlarıyla aydınlanmıştır. Silahların doğrultulduğu tümseğin ardından önce başı gözükür Deniz’in. Kürklü yakası, yukarı kalkıktır parkasının. Islak, siyah saçları alnına dökülmüştür. Üç dört günlük sakalı vardır yüzünde. Başını kaldırır, yüzünü göğün karanlık boşluğuna çevirir. Yüreğinin derinliklerinden, uzun soluklu bir iç geçirir.
Üst üste basar deklanşöre Mahmut Sabah.
O ünlü fotoğrafları armağan eder tarihe.
* * *
Askeri bir jeepe alırlar Deniz’i.
Aynı araçta, birlikte olduğu komiser Vedat Özkan mırıldanır:
“Boylu, poslu. Üstelik yakışıklı da… Üzülmemek elde değil” der.
Askeri araçlar hareket etmiş, Kayseri’ye doğru yol almaktadır. Ancak, o hengâmede Deniz’in üstünü aramak akıllarına gelmemiştir.
Kısa bir panik yaşarlar. Yolda dururlar. Deniz’in kelepçesini çözüp aşağı indirirler.
Üzerinde parka ile paçaları çamura batmış kirli, boz bir pantolon, yarı ıslak, yarı çamurlu botlar vardır ayaklarında. Parkanın altında hâki yün kazak, göğüsleri cepli, hâki gömlek giymiştir.
Mahmut Sabah, Leica marka fotoğraf makinesini bir kez daha hazırlar.
Üstünü çıkartarak, tepeden tırnağa ararlar Deniz’i. Tam o esnada, Deniz’in üstünden yere bir şey düşer. Mahmut Sabah ayaklarının önündeki gözlüğü alır, Deniz’in gömleğinin cebine koyar.
Arama biter. Giysilerin tekrar giyilmesine gelir sıra. Gömleğin düğmelerini iliklerken gözlük bir kez daha yere düşer. Mahmut Sabah, alır yeniden cebine koymak ister Deniz’in.
“Yorma kendini” der Deniz, “Sende kalsın. Nasıl olsa benim ihtiyacım olmayacak!”
Ses tonu, ağzından çıkan sözler duygu yüklüdür.
“Madem gömleğin cebinden düşüyor, o halde yeleğin ya da parkanın cebine koyalım” der ve bir kez daha uzatır gözlüğü Mahmut Sabah.
“Israr etme, almam!” der Deniz. “Benden hatıra olarak saklarsın.”
Sadece Mahmut Sabah’ı değil, oradaki herkesi etkileyecek türdendir, Deniz’in ağzından dökülen bu sözler.
Gazeteci olarak o anların tek tanığıdır Mahmut Sabah.
Gözlüğü alır, cebine koyar. Hatıra olarak saklar.
Genç yaşta “umuda yürüyen” bir kuşağın liderlerinden birinin öyküsüne tanıklık etmiştir.
Aradan 42 yıl geçtikten sonra “O Gece, Gemerek’te” yaşadıklarını anlatır.
* * *
Darbe yıllarıdır.
Mahkemeler ise darbe mahkemeleri.
Ölüm emirleri çoktan verilmiştir Denizlerin.
Celladı korkaktır, talimatla kırmıştır kalemini.
Yıllar sonra ekranlarda mahcuptur, utangaçtır; suçludur tarihin karşısında.
Bir televizyon programında, Deniz’in yoldaşı karşısına çıktığında, yüzü kızarmıştır, utanç içindedir, talimatla kalem kıran o parmaklar şimdi titremektedir.
Bilir ki, ülkelerinin bağımsızlığından başka bir şey istememişlerdir bu çocuklar.
Bilir ki, talimat aldıkları efendileri, bugün veryansın ettikleri dünyanın haramilerine göbekten bağlanmışlarıdır.
Ve tüm dünya tanıyacaktır bu çocukları; ne şan, ne şöhret peşinde koşmuşlardır.
Hayatlarını ölüme attıkları bu cehennem ateşinde, kendileri için hiçbir şey beklememişlerdir.
Onurlu bir hayattan başka bir istedikleri de olmamıştır halkları için.
* * *
Ne var ki, bir kez kırarlar o gençleri.
6 Mayıs’ta, cesaretini ipe verirler ülkenin.
Nurhak’ta kanatırlar düşlerini çocukların.
Kızıldere’de soldururlar gülüşlerini.
Ve karartırlar bir ülkenin geleceğini.
Sonra, sahte suretleriyle bir kez daha gelirler.
Yeniden ve yeniden gelirler.
Yeni silahlar kuşanırlar, yeni darbeler yaparlar, yeni maskeler takıp daha çok güçlenirler.
Sonra, hep birlikte kıyarlar ülkenin umuduna, geleceğine, düşlerine.
Bentler kurarlar önlerine nehirlerin, kelepçeler vururlar bileklerine.
Göz koyarlar ormanlarına, parklarına, bahçelerine.
O yürekli çocuklar, yoklardır artık!
Bu yüzden rahatlardır.
Rahatlardır ve bir bir kuruturlar derelerini, vadilerini; can damarlarını toprağın.
Betona, ranta ve yağmaya boğarlar şehirleri.
Kirletirler ülkenin vicdanını; renklerini, seslerini, cümle kimliklerini.
Yağmalanır bütün hayalleri ülkenin; kıyılar katran kusar, dereler zehir akıtır, bacalar asit püskürtür üzerimize.
Hep kana bulanır meydanlar.
Ülkenin en güzel çocuklarına, en büyük bedelleri ödetirler. Paramparça ederek etlerini, dört yana savururlar. Karanlık, izbe sokaklarda kıstırıp darp ederler onları, baş eğdiremediklerini ise hapishanelere doldurdular…
* * *
1971 yılı Eylül ayıdır.
Ankara 1 Numaralı Mamak Askeri Cezaevi koğuşlarından birinde iki genç, ranza altında, sanat ve edebiyat üzerine konuşmaktadırlar.
Yazar Erdal Öz, Deniz'in edebiyata bunca yakın oluşuna şaşırır.
“Reis” der Deniz, “biz edebiyattan geldik, edebiyattan”... Nazım'dan, Ahmet Arif'den bahseder; Bekir Yıldız'dan, Yaşar Kemal'den... Bilgesu Karasu'yu, Firüzan'ı tartışır; Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı ve daha nicelerini...
1960'lı yılların sonlarını hızlı yaşayan; derneklerde, lokallerde, ekonomi ve felsefe tartışan, mitinglerden mitinglere koşan, düşünen, kafa yoran; hiç bir şey yapamamanın öfkesini dağlara vuran genç kuşak için şöyle der Deniz:
“Bu yeni kuşak, kültürden de nasibini alamadı. Örneğin, Beethoven'i doya doya dinleyemedi. Eisenstein'in, Pudovkin'in filmlerini bile rahatça, tat alarak izleyemediler. Düşünsene, bir resim sergisini bile şöyle içlerine sindire sindire gezip görme olanağı bulamadılar. Yahu bu çocuklar, doğru dürüst âşık bile olamadılar... Büyük eksiklik bunlar... Büyük eksiklik...”
Haklıydı Deniz.
Onlar sanattan, edebiyattan, felsefeden gelmişlerdi.
Okudukları üniversitelerin en parlak öğrencileriydiler, birer dehaydılar. Kimi 3-4 dil konuşur, Dante’den İtalyanca dizeler okurdu.
Kimi dağcı, kimi basketbolcu, kimi maratoncuydu.
Bale de yaptılar, dans partileri de düzenlediler.
Türkler için de yürüdüler, Kürtler için de.
Tütün için de mücadele ettiler, Pancar mitingi de düzenlediler.
Gittiler, Hakkâri’de Zap Nehri’nin üzerine köprü kurdular.
Son derece esprili, muzip bir gençlikti onlarınki.
Kimi, beyaz at üstünde, sevgilisine serenat yapacak kadar romantikti.
Vurulduklarında ya şiir kitapları çıkıyordu çantalarından, ya da romanlar.
Ölürken, en güzel şarkılarını söylüyor, asılırken Rodrigo’yu söylemeyi düşlüyorlardı.
Öyle de yaptılar.
Onurla yürüdüler idam sehpasına.
Yüreklice geçirdiler urganı boyunlarına.
Hükmedenler boşuna baktılar gözlerine, korkudan eser yoktu.
Cellada bırakmadılar son hamleyi, kendileri tekmelediler sehpalarını.
Son sözlerinde, bir bıçak gibi vurdular kelimeleri dişleri arasından.
Vatanın bağımsızlığına, ülkenin özgürlüğüne, halkların kardeşliğe dair söylediler son şarkılarını.
Ve gülerek gittiler ölümün üzerine.
* * *
Sene 1972’dir.
İzmir’de, Karşıyaka’da, vapur iskelesinden biri beklemektedir.
Vapura biner.
Deniz bulanıktır; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı…
Acı bir yel esintisinin ortasında düşer aklına ilk mısra…
Adam şairdir, ağlamaktadır.
Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarlar:
“Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı”
Vapur iskeleye yanaşır, adam iner, rıhtım boyunca mısraları tekrarlayarak yürür:
“Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı”
Kirpikleri birbirine yapışır, iki çift damla süzülür yanaklarından. Mısralar sökün eder birbiri peşi sıra:
“Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.”
Kendisi anlatır sonrasını.
12 Mart sonrasının kahır günleridir.
Bir sabah radyodan duymuştur ağır haberi. Çocuklara kıymışlardır.
Şairdir, yüreği yanmıştır, Attila İlhan’dır o.
Rıhtımda yapayalnızdır.
Sessizce Denizlere ağlamaktadır.
Tarih 6 Mayıs 1972’dir.
Ülkenin gençleri değil, gençliğidir ipe verilmiş olan.
Adı Deniz’dir, Yusuf’tur, Hüseyin’dir.
Ömrümüzün cümlesidir hepsi.
Bir ülkenin yaralı geleceğidir.