Aytekin Yılmaz’ın geçtiğimiz günlerde İletişim yayınlarından çıkan “Yoldaşını Öldürmek” adlı kitabı ve T24 ten Hazal Özvarış’ın kitabın yazarıyla gerçekleştirdiği çok yerinde bir dizi söyleşi, belki de çok önceden konuşulup tartışılması gereken bir konuyu gündeme taşıdı ve tartışmaya açtı. Konunun, adı geçen bütün taraflarca etraflıca ele alınıp masaya yatırılması, giderek sol için geçmişle yüzleşme yollarını açması en büyük dileğimiz. Bunun, en temiz devrimci emellerle yola çıktığı halde, şu ya da bu nedenle hapishane köşelerinde öldürülen, tecrit edilen, yıllarını güneş yüzü görmeden ranzasında geçirmek zorunda kalan genç bedenler için bir borç olduğunu düşünüyorum.
Aytekin Yılmaz kitabında başta PKK, DHKP-C, TİKKO gibi sol örgütlerin özellikle 90’lı yıllarda gerçekleştirdikleri ve bizzat tanıklıklara dayanan örgüt içi infazları anlatıyor. Bu örgütlerin devletle benzer yöntemler kullanarak kendi militanlarını acımasızca öldürdüğünü, işkence yaptığını, hapisane içinde hapisane hayatı yaşattığını söyleyen Yılmaz’ın temel iddası ise, bu durumun yeterince konuşulmadığı ve konuşması gerekenlerin sustukları, örneğin, bir infaza bizzat tanık olduğu halde İsmail Beşikçi’nin bunu yazmadığı, İnsan Hakları Derneği (İHD), İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) sadece devletin suçları üzerinde durduğu, örgüt cinayetleriyle ilgili kayıt tutmadığı yönünde.
Hazal Özvarış suçlamaların muhataplarından aldığı yanıtlardan anlaşılan ise şu ki, gerçekten de bu konuda koca bir boşluk var, ne bir kayıt, ne bir araştırma, ne de mağdur yakını başvurusu. Oysa ortada dolaşan sayılara bakıldığında durumun vehameti anlaşılıyor, sadece 90-1999 yılları arasında üç örgütün cezaevinde öldürdüğü kişi sayısı 36, dışarda öldürülenler ise binli rakamlarla ifade ediliyor.
Peki örgütler neden kendi üyelerini öldürüyor veya cezalandırıyor?
1985 yılında çok kısa bir süre kaldığım Şirinyer Askeri Cezaevi’nde, pencereden en uzak köşede kalan bir mahkum canlanıyor gözümde. Ne yazık ki adını hatırlamıyorum, pek kimseyle konuşmaz, neredeyse hiç yerinden kalkmazdı, ranzasında öylece yatardı, biraz kiloluydu, yüzü bembeyazdı. Kendisiyle konuştuğumda 4 yıldır cezaevinde olduğunu söylemişti, neredeyse iki yıldır da hiç havalandırmaya çıkmıyordu. Çıkamıyordu, çünkü örgütü tarafından cezalandırılmıştı ve öldürülebileceğinden korkuyordu. Pişmanlık yasası çıktığında bu yasadan yararlanmak için gizlice dilekçe yazıp başvuru yapan mahkumların, arkadaşlarından kendisine bir zarar gelmesin diye nasıl apar topar koğuştan askerlerce kaçırıldığını anımsıyorum.
Herakleitos, karşıtların bir ve aynı şey olduğunu ve birbirlerine benzediğini söyler, doğrudur böyle bir eğilim vardır belki, ama bence düşmanı yenmenin yolu bu değildir.
Düşmanı yenmenin yolu, ona benzememek için direnmektir.
Neydi bu insanların suçu?
Parti disiplinini çiğnemek, parti veya örgüt kararlarına uymamak, ajan olmak, polisle işbirliği yapmak, poliste çözülmek, arkadaşlarını ele vermek... Ama aynı zamanda örgüt içi görüş farklılıklarının da infaz veya cezalandırma yöntemleriyle çözüldüğüne dair örnekler de var.
Parti veya örgütlerin kendi üyelerini neden öldürdüğü veya cezalandırdığını anlamak için yapısal bazı özelliklerine bakmak bize yardımcı olabilir. Parti anlayışında demokratik bir merkeziyetçilik üzerinde duran Lenin, sol siyaset içindeki parti ve örgütlere her zaman ilham kaynağı olmuştur. Leninist parti anlayışında esas olan bu merkeziyetçilik, parti kararlarının harfiyen uygulanmasını zorunlu kılar, bu noktada partiliden “çelik gibi bir disiplin” beklenir. İşin demokratik tarafı sadece yöneticilerin seçimi sırasında bir görünüp sonra da kaybolan bir ilkedir. Burada denilecektir ki, eğer ortada bir parti bir örgüt olacaksa, doğal olarak, disiplin, karar birliği, hiyerarşi gibi kavramlar kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Buna itirazımız yok, zaten de çıkıyorlar. Ama şunlar da ister istemez ortaya çıkıyor, bu hiyerarşi, üstüne üstlük, bir de lider karizmasıyla beslenmişse örgüt veya parti içi demokrasi yavaşça siliniyor. İllegalitenin daha derinleşmesi gereken karanlık dönemlerde, disiplinin önemi de iyice artınca, herşey kapalı kapılar ardında olup bittiğinden, hem yanlışlar hem de kötüye kullanımlar iyice artıyor. Böylece, bazen, bazı yoldaşlar işbirlikçi diye öldürülüyor, bu arada bazı olası rakipler veya farklı düşüncede olanlar da sessizce ortadan kalkmış oluyor. Kimse de birşey soramıyor.
Özelikle baskının en yoğun olduğu karanlık dönemlerde insanların birbirleri hakkında yaptıkları “polis” “ajan” “işbirlikçi” gibi suçlamalar da artar. İllegal örgütlenmelerin yapısı bu tür suçlamalar ve cezalandırmalar için uygun bir zemin oluşturur. Kimsenin durup değerlendirme yapacak zamanı ve bilgisi yoktur, her şey gizlilik perdesiyle örtülüdür, perdenin arkasını ise kimse bilemez. Yukarıdan gelen kararlar sorgulanmadan uygulanmak zorundadır, kimse doğru mu yanlış mı diye düşünmez. Bu durumu sadece illegal sol örgütlerde değil, bütün örgütsel yapılarda görmek mümkündür. Örneğin savaş zamanında ordudan kaçmak çok büyük suçtur, Fransa’da, İtalya’da, İspanya’da, Yunanistan’da faşizme karşı mücadele veren direniş örgütlerinde örgüt içi infazlar sıradan olaylardır. Bu infazlar bazen düşmanla işbirliği veya düşman karşısında zaafiyet göstermeden dolayı verilirken bazen de Stalin döneminde çokça örneğini görebileceğimiz gibi rakipleri ortadan kaldırmak için de yapılır.
Kuşkusuz bütün bunlar gerek bizde gerekse başka yerde yaşananları aklamaz veya meşrulaştırmaz, söz konusu olan açık bir şekilde insan hakları ihlalidir. Özellikle sol açısından bakıldığında, geçmişte yaşananların demokratik değerler açısından bugün mutlaka yeniden değerlendirilip sorgulanması ve geçmişte yapılanlarla yüzleşilmesi gerekmektedir. Açıktır ki sorgulanmadan uygulanan kararlar merkezi yapının güçlenmesi, sonuçta da liderlerin güçlenmesi sonucuna götürür. Bütün bunlar parti veya örgüt içi demokrasinin ölümü anlamına gelir. Bir parti veya örgüt içinde farklı görüşlerin olması her zaman için bir zenginlik olarak kabul edildiğinde örgüt daha da güçlenir. Bugün geriye dönüp bakıldığında, “işkencede çözüldü” diye mahkum edilen, dışlanan, cezalandırılan, ya da öldürülen insanlar için bu örgütlerin birer özür borcu olduğu açıktır. Bir insan, ağır işkencelere dayanabildiği gibi bir başka insan dayanamayabilir, burada korkunç olan ve yargılanması gereken, konuşsun ya da konuşmasın, işkence gören değil işkencecicidir. Sonuç olarak bugün geçmişte olup bitenleri daha çok konuşmaya, tartışmaya ihtiyacımız var, geçmişin karanlık günleriyle ilgili ne kadar çok veriye, ne kadar çok tanıklığa ulaşabilirsek o kadar sağlam değerlendirmeler yapabiliriz. Bu bizim borcumuz.
Şirinyer Askeri Cezaevi’nde, iki yıldır, hiç havalandırmaya çıkamamış dolayısıyla da hiç güneş görmemiş, o en dip ranzada yatan, bembeyaz yüzlü, adını hatırlayamadığım koğuş arkadaşıma “sen ne zaman havalandırmaya çikacaksın? diye sorduğumda.
“Çıkıcam abi bi gün” demişti.
Yüzündeki umutsuz ifadeyi hiç unutamadım.
Çıktı mı, çıkabildi mi bilmiyorum...
@ymbymb