08 Nisan 2020

The Good Place ve Koronavirüs günlerinde etik problemler

The Good Place, yaşadığımız bu günlerde, biraz eğlenmek, biraz da etik problemler üzerinde düşünmek için iyi bir seçenek

Gelecek hayatımızın nasıl olacağıyla ilgili derin belirsizlikler içinde evimizde beklediğimiz şu günlerde etik problemlerle sarıp sarmalanmış bir komedi dizisi izlemeye başladım. The Good Place (İyi Yer) Amerikan yapımı, 2016 yılında yayına başlayıp, 2019 yılına kadar 4 sezon sürmüş 20’şer dakikalık bölümlerden oluşan bir komedi dizisi. Baştan söyleyeyim dizi dünyası benim epeyce yabancısı olduğum bir dünya, herkes gibi ben de evde kalmak zorunda kalınca, epeyce bir zamandır adını duyduğum Netflix’te yayınlanan bu diziyi izlemeye başladım (henüz ikinci sezondayım). Dizi, ölüm sonrası yaşamın sonsuz zamanlarında, dünyada yapıp ettikleriyle, ahlaksal seçimleriyle puanlandırılan insanların iyi ya da kötü yerde (buna cennet ve cehennem diyebilirsiniz) geçen komik maceralarını anlatıyor. Dolayısıyla dizinin temel kavramları, aynı zamanda etiğin de temel kavramları olan, iyi ve kötü, iyi ve kötü eylemler. Dizinin kahramanlarından Elenor, dünyadaki yaşantısında "iyi insan" olmak anlamında epeyce eksilerde olmasına rağmen yanlışlıkla "iyi yere", cennete gelmiştir. Elenor, biraz geç kalmış olmasına rağmen, iyi yerde kalmak için "iyi insan" olmayı öğrenmek gibi zorlu bir işe girişir. "İyi olmak" öğrenilebilir bir şey midir? Elenor, iyi yerdeki Chidi’den etik dersleri almaya başlar. Chidi, normal yaşantısında etik dersleri veren bir profesördür. Böylece dizi, etik problemler ve bu problemlerin gündelik insan hayatında ortaya çıkan farklı görünümlerine odaklanırken, Antik Çağ’dan günümüze birçok filozofun ve felsefe kitaplarının adının uçuştuğu, oldukça eğlenceli ve düşündürücü bir atmosferde akıp gider.

Etik problemler, bilinçli eylemde bulunan insanlar olduğumuz için, kendisinden kaçamadığımız, gündelik yaşantımızda karşımıza çıkan ve bizi sıkça zor durumlarda bırakan problemlerdir. Virüs salgını nedeniyle özellikle İtalya ve İspanya’da sağlık sisteminin yetersiz kaldığı durumlarda dizide de yer verilen bazı çarpıcı etik problemleri bizzat yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. Solunum cihazları yetersiz kalınca doktorlar çok zor tercihler yapmaya zorlandılar. Elinizde sınırlı sayıda solunum cihazı ve buna ihtiyacı olan çok sayıda hasta varsa, solunum cihazlarını kime kullandıracaksınız? Sizin tercihinizle birileri ölecek veya başka birileri yaşamaya devam edecek. Aldığımız haberler, bu deneyimi yaşayan doktorların genellikle yaşlı ve genç olma ölçütlerine göre tercih yaptıklarını söylüyor. İnsanı daha çok yaşatmak üzerine kurulu olan doktorluk mesleği için bu tür bir tercih yapmak da kolay olmasa gerek. Öte yandan yaşlı veya genç olmak, her zaman ve durum için geçerli bir kriter olmayabilir.

Durumu çeşitli varsayımlarla daha da zorlaştırabiliriz, diyelim ki, solunum cihazınıza ihtiyacı olan ve yaşından dolayı gözden çıkarabileceğiniz hastanız, ünlü bir bilim insanı, tanınmış bir sanatçı ya da politikacı olsun, karşıdaki kişi de hayatının baharında ama hiçbir özelliği olmayan bir genç olabilir. Yaşlı olan hasta anneniz, babanız, tanıdığınız bir arkadaşınız olabilir. Böyle durumlarda genel doğrulardan, etik teorilerden hareket ederek ahlaksal tercihlerde bulunmak iyice zorlaşacaktır.  

Faydacı ahlak ve ödev ahlakı

Bu noktada, söz ettiğimiz dizide de uzun uzun yer verilen iki temel ahlaksal teoriden söz edebiliriz. Bu iki yaklaşım aynı zamanda birbirlerine karşıt iki anlayış olarak konumlanırlar. Ahlaksal iyinin en çok insana en büyük mutluluk olarak tanımlayan faydacı ahlak ve ahlaksal eylemi sonucundan çok ödeve uygunluğunu açısından değerlendiren ödev ahlakı. Jeremy Bentham’ın adıyla anılan faydacı ahlak anlayışı bize basitçe ahlaksal bir tercih yaparken, çoğunluk için iyi olanı tercih etmemizi önerir. Bu anlayışa göre ahlaksal bir eylemin doğruluğunun ölçütü, eylemden elde edilen sonuçtur. Eylemin sonucunda daha çok kişi için bir iyilik sağlanmışsa, daha çok insan mutlu olmuşsa eylem iyi, tersi durumda ise kötüdür.

Kant’ın adıyla anılan ödev ahlakı ise tam karşıt bir noktada yer alır. Bu anlayış eylemin sonucuna bakmaz. Bir ahlaki eylem, sonucu ne olursa olsun, eylemi doğuran ilkeye uygun olup olmamasıyla değerlendirilmelidir. Ahlaksal eylemlerimiz, içimizdeki ahlaksal yasadan kaynaklanan, ödeve uygun eylemler olmalıdır. Bu herkes için geçerli bir yasasıdır çünkü kaynağını dışarıdan bir yerden değil, bizzat akıldan alır.

Teorilerin gri rengiyle bakınca karar vermek kolay gibi görülebilir fakat ahlaksal bir varlık olan insan için ahlaki eylemlerin genel bir doğrusu olmadığı için ahlaksal iyiyi seçmek o kadar da kolay değildir. Dizide uzun uzun yer verilen ünlü tramvay ikilemi de farklı etik görüşler açısından tartışılabilir. Problem özetle şöyledir, hızla gitmekte olan bir tramvay raylar üzerinde duran ve kaçamayacak durumda olan 5 kişinin üzerine doğru hızla gitmektedir. Siz rayların ayrıştığı noktada güvenli bir durumdasınız ve tramvayın yolunu değiştirebilecek durumdasınız. Fakat eğer tramvayın yolunu değiştirirseniz yeni girilen yolda bu defa yine kaçamayacak durumda olan 1 kişi vardır. Bu durumda ne yapardınız? Tramvayın yolunu değiştirip bir kişiyi feda ederek 5 kişinin hayatını kurtarır mıydınız? Yoksa hiçbir şey yapmayıp, 5 kişinin zaten olacağı gibi ölmesini mi izlerdiniz? Bu ikilem farklı varsayımlarla çeşitlendirildiğinde probleme yanıt vermek giderek zorlaşır ve çıkmaza girer.

Ahlaki problemlerin kesin bir doğrusu yanlışı yoktur, yaşananlar bize göstermektedir ki, insanlar bir problemle karşılaştıklarında öyle ya da böyle bir tercih yaparlar. Bu tercihlerin sonucu her zaman iç açıcı olmayabilir. Bazen seçim yapmak zorunda kalmak ya da hayatın her zaman önümüze seçimler koyması bizi varoluşsal problemlere de itebilir. Burada "İnsan özgürlüğe mahkumdur" diyen Sartre’ı hatırlayalım, seçimlerimiz aynı zamanda ağır bir sorumluluğu beraberinde getirir. Bazen tereddütsüz en doğru gibi görünen seçimlerimiz bile sonraki yaşantımızda bizim için vicdani bir yüke dönüşürler. Ahlak teorileri de bize genel geçer bir formül vermekten uzaktırlar.

Dizide "iyi yer" ve "kötü yer" sık sık birbirine karışır, tıpkı "iyi insan" veya "kötü insan" olmanın birbirine karıştığı gibi. İnsanın ahlaksal bir varlık olması ya da "ahlak" diye bir mefhumun olması zaten bu iç içelikten ötürü değil midir? İnsan mutlak olarak ne iyi ne de kötüdür, onu "ikili" bir varlık olarak tanımlamak daha doğru görünüyor. İyi ve kötü davranmak, iyi veya kötü olmak insana özgü bir durumdur, doğada ne iyi ne de kötü vardır çünkü. Ölüm sonrası için düşünülen cennet ve cehennem de insandaki bu ikiliğin bir yansıması gibidir, hem cennet hem cehennem, hem iyi hem kötü yer içimizde aslında.

The Good Place, yaşadığımız bu günlerde, biraz eğlenmek, biraz da etik problemler üzerinde düşünmek için iyi bir seçenek.  

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti