20 yy’ın en önemli düşünürlerinden Hannah Arendt Türkçe'de “Kötülüğün Sıradanlaşması” adıyla yayınlanan ünlü eserinde, Yahudi soykırımının mimarlarından biri olarak İsrail’de yargılanan Adolf Eichmann davasını anlatır. Arendt’e göre Eichmann sadist bir canavar değil tam tersine fazlasıyla ‘normal’ bir insandır ve asıl korkutucu olan da budur. Çünkü onun üzerinden baktığımızda Nazi Almanya’sında yaşanan şey, kötülüğün normalleşmesi, sıradanlaşması, dolayısıyla yaygınlaşmasıdır. Eichmann, yaptığı şeyin bir kötülük olduğunun bile farkında değildir. O sadece emirlere uyan biridir. Binlerce Yahudi’yi vagonlara doldurup toplama kamplarına göndermiştir. Onun sorumluluğu bu kadardır, ötesi onun işi ve sorumluluğu değildir. Eichmann’ın mantığına göre, ister Yahudileri vagonlara doldurup toplama kamplarına gönderin, isterseniz gazın musluğunu açan siz olun durum değişmez, sizin sorumluluğunuz aldığınız emirlerle sınırlıdır ve orada biter.
Arendt’e göre, Eichmann, kurallara, yasalara körü körüne bağlıdır, emre itaaat etmeyi zorunluluk olarak kabul eder. O, Nazi ideolojisiyle şekillendirilmiş sıradan bir adamdır. Devlete, güce, otoriteye itaat etme duygusu akıl yürütme ve sorgulama yeteneğini tamamen ortadan kaldırmıştır. Üstelik yalnız değildir, dönem Almanya’sında geniş kitlelerin yaşadığı tam da budur.
Normalde tek başınayken ve belli bir yönlendirme olmadan asla yapılmayacak olan bir eylem, belli bir yönlendirme ile (burada düşünme ve sorgulama yetisinin iptal olduğunu tekrar hatırlayalım) aynı duygular içinde olan insanlar bir araya geldiğinde yapılabilir olmaktadır. Nazilerin kitlesel eylemlerinde söz konusu olan tam da budur. Birey olarak bir hiç olan kişi, yığınla birlikteyken kendini var etmekte, güçlü hissetmektedir. Nazizimin tırmandığı 1920’ler sonrasında en dikkat çekici olan, sıradan insanların oluşturduğu bu saldırı topluluklarıdır. Nazizimin, asıl vurucu gücünü de bu kitleler oluşturur. Fırıncı, Kasap, berber, bakkal, tesisatçı...ağırlıklı olarak esnaf kesiminin, lumpen işçilerin ve işsizlerin oluşturduğu bu kişiler mesaileri bitince sokağa çıkarlar, saldırganlıkta sınır tanımazlar ve önlerine geleni yakıp yıkar, dümdüz ederler. Hitler’in deyişiyle "Yığınlar halsiz ve tembeldir. Okumaz ve düşünmezler. Bir düşman ve bir de Tanrı’yı tanımalılar.” Böylece onlar kolayca yönlendirilebilirler, çünkü tek başına bir hiçtirler ancak birlikte yığın olurlar ve yığınlar şiddete meyillidirler.
Arendt’in kötülüğün sıradanlığı olarak adlandırdığı şey işte tam da budur. Bu kötülük, Nazi Almanya’sında bütün kitlesel katliamları olanaklı kılacak şekilde yayılmış ve sıradanlaşmış, herkes ne yaptığının farkına bile varmadan kitlesel olarak faşistleşmiştir.
Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta, Nazizmin tırmandığı yıllarda Almanya’da yaşanan ve sonradan “kristal gece” olarak adlandırılan Yahudilere ve mallarına karşı Naziler tarafından organize edilen saldırıların bir benzerini yaşadık. Bizimki bir geceyle kalmadı gece gündüz sürdü ve azalmış da olsa devam ediyor. İktidarın ve güvenlik güçlerinin kontrolünde, Kürt’lere, mallarına ve HDP binalarına karşı sıradan faşizmi yaşadık. Neredeyse Kürt illeri dışında bütün Türkiye’de başlayan eylemler, insanımızın ırkçı bir katliam yapmaya ne kadar kolay kalkışacağını ve her dönemde devletin ve iktidarların bu gücü nasıl hazır tuttuklarını bir daha gösterdi.
Öyle ya bizde linç zaten bir devlet geleneği, siyaset yapma geleneği değil miydi? En eskilerde gayrimüslimlere yönelik başlayan ırkçı saldırılarla hesaplaşmış mıydık? Tarihimiz bunun örnekleriyle dolu değil mi? Trakya olayları, 6-7 Eylül olayları, Kahraman Maraş, Sivas katliamları ilk akla gelen bunların en cisimleşmiş halleri, cisimleşmemiş olan yasalarla, yönetmeliklerle, basınla yapılanlar da cabası. Asla bireysel ya da grup bile olsa kendiliğinden hareket etme kabiliyetine sahip olmayan bu gruplar, her zaman bir düğmeye basılmasıyla anında sokağa dökülebiliyorlar. Anında çoğalıyorlar. Sanki W. Reich’ın deyişiyle, ‘kandırılmak filan değil, adeta faşizmi arzuluyorlar.’ Gerekçe genellikle milli hassasiyetler çevresinde, vatan, bayrak, şehit, hain, dış güçler kavramlarıyla oluşturuluyor. Ortalık yakılıp yıkılıyor ve bu olaylar haberlere “halkın büyük tepkisi” şeklinde yansıyor ve cezasız kaldıkça da yenileri kimse için pek şaşırtıcı olmuyor.
Geçen hafta yaşadıklarımızı anlamak için Erdoğan’ın ‘Kasımpaşa’lılığını, delikanlılığını anımsayalım, kitlelere hitap dilini anımsayalım, esnafa, şoförlere, muhtarlara yaptığı konuşmaları anımsayalım. Ne diyordu örneğin, "...esnaf ve sanatkar gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir hakemdir, gerektiğinde de şefkatli kardeştir. Taksici deyip şoför deyip geçemezsiniz. O mahallenin eminidir, ağabeyidir, mahallenin bekçisidir. Bakkal deyip kasap deyip manav terzi deyip geçemezsiniz. O mahallenin adeta ruhudur. Sokağımızın semtimizin vicdanıdır.”
Muhtarların birer ispiyoncu olmasını isterken ne diyordu, “mahallenizde kim var kim yok bileceksiniz, hangi evde ne yapılıyor bileceksiniz ve polise bildireceksiniz”
7 Haziran seçimi sonrası başkanlık hayalleri suya düşen Erdoğan ve tek başına iktidarını kaybeden AKP’nin temel düşmanı, seçimin kazananı olan HDP oldu. Seçim sonrası devlet eliyle başlatılan ve Kürt silahlı güçlerinin de karşılık verdiği çatışma ortamında HDP dört bir yandan linç edilmeye çalışıldı, çalışılıyor. Hazırda bekleyen güçleri harekete geçirecek Milli hassasiyetler bu sefer şehitler üzerinden yürütüldü. Çok geçmeden, cumhurbaşkanı başta olmak üzere, başbakan, bakanlar, milletvekilleri, yandaş ve milliyetçi medya tarafından hedef gösterilen Kürtlere ve HDP binalarına karşı ırkçı güruhlar harekete geçirildi. Yüzlerce işyeri yağmalandı, yakıldı, Kürtçe konuştuğu için bir genç bıçaklanıp öldürüldü. Kürt inşaat işçileri dövüldü. Geleneksel kıyafetler giydiği için bir Kürt vatandaş (tanıdıkları, komşuları tarafından) dövülerek, Atatürk heykeli öptürüldü. Genel merkez de dahil 150’ye yakın HDP binası tahrip edildi.
Bu kalabalıklara baktığımızda, Arendt’in vurguladığı kötülüğün sıradanlaşmasının açık bir resmini görmek mümkün. Bakkal, öğretmen, avukat, işçi, öğretim üyesi, mühendis, ev kadını, işsiz; komşunuz, mahalleliniz bir anda Kürt avına çıkıp, ev, dükkan, parti binası yakabilmektedirler. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diyerek, Kürt gördüğü yerde onları yok etmeya çalışan saldırganlığın her hangi bir akılsal yetiyi kullandığını düşünmek çok zor. Ülke bölünüyor diye yaygara koparıp, Kürt nüfusun olduğu illere giden otobüslerin taşlanmasının nasıl bir akılsal açıklaması olabilir ki? Burada geçerli olan, her tür anlam ve sorgulamanın ötesine geçen, itaat etme duygusunun yönettiği bir akıldışılık olsa gerek. Tabi devlet otoritesini, polis gücünü arkalarında hissetmenin verdiği rahatlığı da unutmamalı.
Kimin savaş istediği, kimin barıştan yana olduğu, dolayısıyla da akan her damla kanda kimin sorumlu olduğu bu kadar açıkken; neredeyse en baştan beri barış barış diye tutturan, her iki tarafa da “elinizi tetikten çekin” diye çağrı yapan, her seferinde terörü şiddetle kınayan, ölümlerin durmasını isteyen HDP’ye saldırmanın başka türlü bir açıklaması olabilir mi?
Yazının sonunda, bu “vatansever” kalabalıkların ruh halini anlatmak için, sosyal medyada çok konuşulan “irlandalı” olayını anımsatmak isterim. Dolap kapağını biraz sert açtığı için su şişelerini döken İrlanda’lı turiste karşı, anında ellerinde sopalarla çoğalan kalabalığı anımsayalım.
Anımsayalım ama gülümsemeyelim.
Çünkü, geçmişte kullanıldığı zamanlarda hep utanç verici sonuçlara yol açmış ve her zaman kullanılmak için hazır bekletilen bu kitle, bu sıradanlık, faşizmi ayakta tutan temel dayanak olmuştur.
Korkutucu olan da bu kitlenin büyük bir hızla kalabalıklaşmasıdır.
@ymbymb