08 Kasım 2019

Haneke’nin “Yedinci Kıta’sı” ve Fatih’teki 4 kardeşin “gerçek” intiharı

İçinde bulunduğumuz sistem hepimizi “duygusal bir buzlanma” yaratarak birer makinaya çevirmiş durumda

Avusturyalı ünlü yönetmeni Michael Haneke sineması, birçok sinema izleyicisi ve eleştirmen tarafından “rahatsız edici” bulunur. Haneke’nin sinema için 1989 yılında yaptığı ilk filmi ”Yedinci Kıta”, sinema kariyerinde sonradan yaptığı filmlerin de işaretini verecek düzeyde “rahatsız edici” özellikler taşır. Haneke, bu ilk filminde, sonrakilerde olduğu gibi, toplumsal yaşamın yapıtaşı sayılan aile ve bireysel yaşamlardan yola çıkarak hepimizin önüne bir boy aynası koyar. Öyle ki, bu aynaya yansıyanlar hiçbirimizi hoşnut edecek türden şeyler değildir.

Yedinci Kıta filmi, yaşanmış bir olaydan, yani “gerçek” bir gazete haberinden yola çıkarak yapılır. Filmde anne baba ve çocuktan oluşan modern, çekirdek bir ailenin, bıktırıcı tekrarlardan oluşan gündelik hayatı uzun uzun tekrarlanan fragmanlarla anlatılır. Hayat, her sabah çalan alarm, duygusuzca hazırlanıp oturulan kahvaltı masası, alışveriş bantları, hesap makinaları, yazar kasalar, benzin pompaları, arabanın camından akan köpüklü sulardan ibarettir adeta. Yönetmen bu sıkıcılığı simsiyah aralıklarla, parça parça tekrarlayan görüntülerle getirir karşımıza. Yaşanan bu hayata alternatif olabilecek başka bir hayat, filme adını veren ama gerçekte olmayan bir başka yer, “yedinci kıta”dır. İçinde bulunulan sistem, çekirdek aileyle simgeleştirilen bireysel yaşamları tam anlamıyla kuşatmıştır ve hiçbir çıkış umudu yoktur. Aile için filmde verilen sıradışı kaçış, “ölüm”le (hatta bana kalırsa durum ölümden çok bir tür “yok etme, yok olma” görünümündedir) mümkün olur ancak. Anne baba ve çocuktan oluşan aile kendileri için ölüm kararını alırlar ve geriye hiçbir iz bırakmamacasına, sistemin onlara sunduğu bütün maddi ve manevi unsurları yok edip, (bütün mal varlıklarını paraya çevirip klozete gömerler, kalan eşyaları da bir bir parçalayarak) siyanür içerek intihar ederler.

İzlediğimde beni de dehşete düşüren ve üzerinde epeyce düşünmeme neden olan film, İstanbul Fatih’te bir apartman dairesinde kendilerini siyanürle zehirleyen dört kardeşin haberini okuyunca yeniden aklıma düştü. Haneke’nin filmi çekmesine yol açan da gerçek bir haberdi ve filmle Fatih’te yaşanan gerçeklik birçok bakımdan örtüşüyordu.

Haberi sanırım okumayan, görmeyen kalmamıştır. Ekonomik ve siyasi gündemin sıkıcı tekrarlarının oluşturduğu haberler arasında hemen herkesi bir yerlerden yakalayan, düşündüren bir haber olarak önümüze geldi, Fatih’teki dört kardeşin etkileyici intihar haberi. 48, 54, 56 ve 60 yaşlarında, aynı evde yaşayan kardeşler, kapılarına üzerinde “Dikkat siyanür var, polisi arayın, içeri girmeyin” yazan bir not yazarak intihar etmişlerdi. Apartmana ihbar üzerine gelen polisler içerde dört kardeşin ölü bedenlerini buldular. Elde edilen verilere bakılırsa görünen ve en çok dillendirilen neden, kardeşlerin yaşadıkları ekonomik sıkıntıların onlar için dayanılmaz bir noktaya geldiği şeklinde. Nitekim cesetlerin bulunmasından dakikalar sonra iki aydır ödenmemiş borçları yüzünden dairenin elektriği kesilmiş, komşuları olan bakkal ise kardeşlerden düzenli bir geliri olan tek kişi Oya Yetişkin’in iki gün önce, maaşına haciz koyulduğundan yakındığını söylemişti. Ekonomik sıkıntıların tetiklediği birbirini zincirleme etkilemiş olabileceğini düşünebileceğimiz başka nedenler de olabilir tabi kardeşlerin bu geri dönüşsüz kararlarında. Büyük olasılıkla aynı evde doğup büyüyen, yaşları birbirine yakın dört kardeşin hayatlarını da birlikte sonlandırma kararları, bu dört yetişkin insanın belki de hayatın onları savurduğu farklı yerlerden yeniden hayata tutunmak için bir araya geldiklerini, birbirlerine tutunarak hayatta kalmaya çalıştıklarını fakat bunda da başarılı olamadıklarını gösteriyor. Bu kararı nasıl verdiler, aralarında hangi konuşmalar geçti bilmiyoruz.

Sonuçta, olay sonrası siyasetçilerden, ekonomik zorlukların insanları ne hallere düşürdüğü yolunda açıklamalar dinledik. Haksız da değiller. Fakat 4 kardeşin böyle bir mesaj verme kaygısı taşıyıp taşımadıklarını bilmiyoruz, çünkü sonradan edinilen bilgiler, kardeşlerin ekonomik sıkıntılarını çok da dillendirme tercihleri olmadığı yönünde. Onlarınki daha çok sessiz bir ölüm gibi görünüyor, bu dünyayı, hayatı, içinde bulunmaktan dolayı yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle bırakıp gitme hali... Yedinci Kıta filminden biraz farklı olarak sistem, çarkları arasına aldığı kardeşleri daha çok onlara yaşattığı ekonomik zorluklarla öğütmüştü. Kardeşler de “biz ancak bu kadar dayanabildik” noktasında sessizce çekip gitmeyi tercih etmiş görünüyorlar, çünkü ses çıkarma, bir mesaj verme kaygıları yok gibi. Eğer bu türden bir kaygıları olsaydı bunu başka, daha etkili bir şekilde yapabileceklerini de düşünebiliriz. Onların filmdeki aileden farklı olarak geriye bırakacakları ne banka hesapları, ne satıp paraya çevirebilecekleri bir otomobilleri, ne de değerli eşyaları yok zaten.

Yeniden Haneke’nin filmine dönersek, film sanatsal açıdan önemli bir tartışmayı da içinde barındırıyor. Yaşanan ya da yaşanmakta olan gerçeklik sanatsal bir ürün olarak önümüze konulup, yüzümüze vurulduğunda neden rahatsız edici olabiliyor? Bu soruyu, sanat aracılığıyla ortaya konan gerçekliğin, sanatsal gerçeklik diyelim buna, asıl gerçeklikten çok daha etkili olduğu şeklinde yanıtlamak mümkün. Rahatsızlığın geri planında yatan “yaşanan gerçekliğin zaten yeterince rahatsız edici olduğu, sanattan beklenenin bunu yeniden önümüze getirmesi olmadığı” düşüncesi de olabilir. Bunlar uzun uzun tartışılabilecek konular ama açık olan bir şey var ki, sanatın gerçekliği olduğu gibi yansıtmak yerine kendine özgü sanatsal ifade yollarını kullanarak yeniden ortaya koyduğu ve bunun Haneke gibi usta bir yönetmen tarafından yapıldığında, gerçeğin kendisinden çok daha etkileyici olabileceği.

Hem Fatih’te yaşanan “gerçeklik” hem de Haneke’nin sanatıyla ortaya koyduğu “sanatsal gerçeklik” bize ortak olarak şunu söylüyor: İçinde bulunduğumuz sistem hepimizi “duygusal bir buzlanma” yaratarak birer makinaya çevirmiş durumda; yaşadığımız zaman, dakikalara, saniyelere bölünüp parçalanmış olarak adına “hayat” denen dişlilerinin arasında öğütülüp duruyor. Ekonomik sıkıntılar, işsizlik, yalnızlık, sevgisizlik, yurtsuzluk, gelecek kaygısıyla insanların büyük bölümü için dünya yaşanır bir yer olmaktan çoktan çıkmış durumda. Görece bu sıkıntıları yaşamayan insanlar için de daha çok tüketerek sahte bir “mutluluk” peşinde koşup durma dışında bir seçenek görünmüyor.   Üstelik kimse için gidilebilecek bir “yedinci kıta” da yok.

Filmin fragmanı için https://www.sinemalar.com/film/5404/yedinci-kita

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti