22 Mart 2023

Deprem, kader, keder ve Spinoza

Doğada "iyi" ya da "kötü" diye bir şey de yoktur ve deprem kendi başına ne iyi ne de kötüdür. Depremin insanların evlerini yıkıp onları öldürmek gibi "kötü" bir amacı olmadığı gibi başka bir amacı da yoktur. Deprem doğadaki her olay gibi belli zorunlu etkileşimler sonucu ortaya çıkan bir durumdur ve yol açtığı sonuçların insana yönelik bir düşmanlık, ceza veya kader planı olarak açıklanması saçmadır. Doğada olup biten her şey olmakta olduğu gibidir, başka bir değişle, zorunlu olarak olan ve başka türlü olamayandır

6 Şubat'ta Kahramanmaraş merkezli meydana gelen büyük depremlerin üzerinden 40 günü aşkın bir süre geçti. Ülkemiz tarihinde benzeri görülmedik bir şekilde yaşanan bu felakette, resmi rakamlara göre hayatını kaybeden insan sayısı 50 bini aştı. O günden bu yana hepimiz depremle yatar kalkar olduk; yıkılan binalar, yaşamını yitiren insanlar, enkaz altında kurtarılmayı bekleyenler, kurtarma çalışmaları, ulusal ve uluslararası çapta toplanan yardımlar, toplumsal dayanışma çağrıları, devletin ve kurumların yetersizliği, çürük binalar, kesilen kolonlar, çıkarılan imar affı kanunları ve en çok da acıklı insan hikayeleri konuşma konularımızı oluşturdu. Ortaya çıkan tablo, her geçen gün ağırlaştı ve maalesef ağırlaşmaya devam ediyor.

Hatırlarsanız 1999 büyük depremi ve sonrasında da benzer bir süreç yaşamış, üzerinde uzun uzun konuşulmuş, yeniden bu denli büyük bir yıkım yaşamamak için kimi yasal önlemler alınmış fakat bir süre sonra konu, özellikle de yetkililerin gündeminden çıkmıştı. Sonuçta geldiğimiz noktada, bütün bunların zaman içinde unutulduğunu ve hayatın adeta hiçbir şey olmamış gibi o günden bugüne eski seyrinde akıp gittiğini düşününce, son yaşadığımız büyük deprem sonrasında da yeni bir felakete kadar, aynı süreçleri mi yaşayacağız diye sormaktan geri duramıyor insan. Özellikle, iktidarın bazen biraz çekinerek de olsa dile getirmekten geri durmadığı, olup bitenleri "kader planı" olarak açıklama eğilimi, ister istemez bu soruyu daha da pekiştiriyor. Bir de hepsinin üzerine bu günlerde aynı bölgede yaşanan ve ciddi kayıplara yol açan sel felaketi de eklenince- ki öncesinde Anadolu'yu bekleyen kuraklık tehlikesi de gündemdeydi- bizim "doğal felaketler" olarak adlandırdığımız doğa olayları hakkında Spinoza'ya yeniden dönüp bakmanın ve onun fikirleri üzerinde düşünmenin faydalı olacağını düşündüm.

Hollandalı filozof Benedict de Spinoza, 1632-1677 yılları arasında yaşamış, 17. yüzyıl felsefesinin önde gelen rasyonalist düşünürlerinden. Dönemin dinsel baskı ortamının etkisiyle kısa ömrüne sığdırdığı ve adeta ilmek ilmek örülmüş eserlerinden çok azı yaşadığı dönemde yayımlanabilmiştir. Spinoza düşüncesinde Tanrı ve Doğa aynı anlama gelir, insana, doğaya aşkın bir Tanrı yoktur. Tanrı, doğanın dışında, planlı bir şekilde her şeyin yaratıcısı olan bir varlık değildir. Var olan her şey, başı sonu ve bir ereği olmamak üzere, Doğa-Tanrı'nın zorunlu bir uzantısıdır. Yani doğaya aşkın bir Tanrı'nın karar verip, planlayıp her şeyi yaratmış olması düşüncesi yanlıştır. Tanrı/Doğa'nın özü gereği ondan çıkan her şey, canlı cansız bütün varlıklar; dağlar, ırmaklar, insanlar, ağaçlar, yıldızlar varlığa gelmek, belli bir süre var kalmak ve sonra da çözülüp yok olmak bakımından aynı ortak yasaya tabidirler. Bu ortak yasa Tanrı ya da Doğa yasasıdır ve nedenselliğin zorunlu ilişkilerine tabidir. Her varlık birbirleriyle zorunlu ilişkileri sonucu değişir ve sonunda çözülür. Bütün varlıklar için geçerli zorunlu yasallık her varlık için geçerli olduğu gibi Tanrı/Doğa için de geçerlidir.

Spinoza felsefesinde varlıklar arasında bir önem hiyerarşisi yoktur. Ne Tanrı'nın ne de insanın diğer varlıklar üzerinde bir üstünlüğü vardır. Her varlık, var olma durumunu sürdürmek için çaba gösterir; bir taş parçası da bir kuş da bir insan da… Spinoza bu var olma ve var kalma çabasını "conatus" diye adlandırır. Bütün varlıklar "conatus"ları gereği ve onun gerektirdiği gibi eylerler. Bu anlamda kıyıdaki bir kaya parçası da var kalmaya çabalar, onu her an biraz daha ufalayan dalga da… Bunların birbirlerine etkisi doğaları gereğidir; belli bir amaç uğruna, önceden düşünülüp tasarlanmış bir çaba içinde değillerdir; bütün hareketlilikleri, doğadaki nedensellik ilişkilerinin yarattığı bir zorunluluktandır. Bu anlamda depremi meydana getiren fay kırılmaları, milyonlarca yıldır meydana gelen yer kabuğundaki zorunlu hareketliliklerin bir sonucudur ve dalgaların kıyıyı dövmesi kadar doğal ve zorunlu bir hareketliliktir. Doğada "iyi" ya da "kötü" diye bir şey de yoktur ve deprem kendi başına ne iyi ne de kötüdür. Depremin insanların evlerini yıkıp onları öldürmek gibi "kötü" bir amacı olmadığı gibi başka bir amacı da yoktur. Deprem doğadaki her olay gibi belli zorunlu etkileşimler sonucu ortaya çıkan bir durumdur ve yol açtığı sonuçların insana yönelik bir düşmanlık, ceza veya kader planı olarak açıklanması saçmadır. Doğada olup biten her şey olmakta olduğu gibidir, başka bir değişle, zorunlu olarak olan ve başka türlü olamayandır.

Yukarda da değindiğimiz gibi, insanın da doğanın bir parçası ve canlı-cansız diğer hiçbir şeyden üstün bir özelliği olmadığını düşünürsek, bütün bu söylediklerimiz, insan eylemleri için de geçerlidir. Buradan çıkan doğal bir sonuç olarak da Spinoza, insanın özgür olduğu düşüncesine uzaktır; hiçbir konuda ayrıcalığı olmayan insanın "özgür olmak" gibi bir ayrıcalığı da yoktur, insan da diğer bütün varlıkların tabi olduğu zorunluluklara tabidir. Spinoza için insanın özgürlüğü, bütün doğayı ve kendisini belirleyen zorunlulukların, nedensel ilişkilerin farkında olması anlamına gelir. Bu farkındalık sayesinde insan, varlığını sürdürebilmek, var kalabilmek için upuygun bir yaşam kurabilir. Bu var olma çabası ise en basit ifadeyle, kendine yarayana yaklaşma, kendine zarar verecek olandan kaçınma çabasıdır. Örneğin deprem olayıyla karşılaşan insanın yapması gereken, bu olayın kendisi üzerindeki etkilerini fark ederek gerekli önlemleri almaktır. Çetin Balanuye'nin deyişiyle: "Yer sarsıntı­larını, insanların öteye yönelik borçlarını ödemedikleri için günahlarının bir sonucu saymaktansa, yerküredeki fay hatlarının magma tabakasındaki ısı değişimine bağlı basıncın etkisiyle kırılmasından kaynaklandığını kavra­mak, Doğa/Tanrı'yı anlamak bakımından daha fayda­lıdır."*

Spinoza'nın düşüncelerini deprem olayı üzerine tutmaya devam edersek, akla şöyle bir soru gelebilir: Peki, conatus gereği varlığını sürdürmek, var kalmak için çaba göstermesi gereken insan, nasıl olur da bunca deprem deneyimine rağmen yine de yaptığı bina için eksik demir, kötü çimento kullanır, depremde yıkılacağı açıkça belli olan evlerde oturmaya devam eder? Spinoza bu soruyu şöyle cevaplayacaktır: Böyle bir insan yanlış duygulanımların etkisi altındadır, şöyle ki; O'na göre insan, birçok duygulanışın etkisi altındadır ve bunlar güçleri oranında bir diğerine baskın olabilirler. Bir konuda sahip olunan bilginin kendisi de bir tür duygulanış olduğu için, gücü oranında başka bir duygulanışı durdurabilir ya da onun etkisi altına girebilir. Örneğin filozofa göre burada ve şimdi olan bir duygulanış, sonra gerçekleşme olasılığı olan bir duygulanıma göre daha güçlüdür. Basit bir örnek olarak, önümüzde duran bir tatlıya duyulan yeme isteğinin, bunun sonucunda olası fazladan kilo almanın yaratacağı olumsuzluklara baskın olmasını verebilirim. Örneğimi riskli bir evde oturma (şimdi olan ve barınma temel ihtiyacının çözülmüş olması) ve bunun gelecekte olabilecek olumsuz sonuçlarına yani deprem konusuna siz taşıyabilirsiniz.

Sonuç olarak, Spinoza düşüncesi doğrultusunda Tanrı ya da Doğayla ilişkilenmiş, upuygun bir yaşam biçimi seçmiş ve hayatlarını buna göre düzenlemiş insanlardan oluşan bir toplum olabilseydik Hataylı ya da Kahramanmaraşlı gençler 6 Şubat sabahı okullarında depremi birbirlerine gülerek şöyle anlatıyor olabilirlerdi: -- Ya çok fena sallandık değil mi, ben hiç böyle deprem görmemiştim, neredeyse yataktan düşüyordum. -- Sorma ya, hakikaten fena salladı. Ben yataktan yuvarlanmış yerde uyumaya devam etmişim, annem sabah beni halının üstünde bulmuş…


*Çetin Balanuye, "Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?", Ayrıntı Yay. 2017

Yazarın Diğer Yazıları

“Etkin” olmaya çağrı: “Naturans III, Yeni Gündelik Yaşam” 

Çetin Balanuye, Naturans üçlemesinin bu son kitabında bizi, etkin olmaya ve diğer etkin insanlarla bir arada olmaya, dostluğa davet ediyor. Ben de bu davet doğrultusunda, bir ilk hareket olarak, herkese bu kitabı okumayı öneriyorum

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

"
"