29 Nisan 2014

1 Mayıs bayraklar yarışı olmasın, tematik olsun

1 Mayıs takvimlerimizde önemli bir gün. İşçi, memur bütün emekçilerin bayramı. Birlik ve dayanışma günü. Milyonlarca emekçiyi ilgilendiren, onlara adanmış bir gün.

1 Mayıs takvimlerimizde önemli bir gün. İşçi, memur bütün emekçilerin bayramı. Birlik ve dayanışma günü. Milyonlarca emekçiyi ilgilendiren, onlara adanmış bir gün.

Ama aynı zamanda, ülkemizde, nefeslerin tutulduğu, kaşların çatıldığı, yumrukların sıkıldığı, gerilimin en üst noktaya çıktığı, kimine göre “kavga” günü; ömrümüzden yediğimiz, yemek zorunda kaldığımız bir gün.
Birilerinin başka birilerine öfkelendiği, birilerinin dayak yediği, birilerinin öldürüldüğü bir gün. 1 Mayıs, işçi-memur bütün emekçilerin, kendilerini ifade edebilecekleri, sorunlarını gündeme getirebilecekleri, kendileri hakkında dikkat çekebilecekleri, öte yandan güle oynaya geçirebilecekleri bir bayram günü, bir tatil günü aslında. 

Biz 1977’den beri 1 Mayıs’larda Taksim’e kilitlenip, onun ötesine bir türlü geçemiyor, günün anlam ve önemi de dahil olmak üzere her şeyi geri plana itiyoruz. Bir kaç yıldır, en azından Taksim kavgasını bitirdik derken bu yıl yine Taksim’e kilitlenip kaldık. Devlet on binlerce polisini, onlarca tomasını şimdiden Taksim’e yığmış durumda, “bu meydana sizi sokmayacağım” diyor. DİSK ve sol güçler de, bu anlamsız dayatmaya haklı olarak karşı çıkıp “hayır biz Taksim’i isteriz” diyor. Şimdi, bu inatlaşma sürdükçe – ki sürecek gibi-  neler olacağı şimdiden belli. 1 Mayıs akşam insanlar televizyondan dayak yiyen, gaz yiyen, çaresizce direnen insanlar izleyecekler, zaman zaman kanlı görüntüler, yaralananlar olacak, birileri hastanelere kaldırılacak. Taksim savaşı böylece 1 Mayıs’a damgasını vuracak, günü anlamsızlaştıracak, sonunda elde var sıfır, büyük bir mutsuzluk çıkacak ortaya ve bu bayram günü emekçiler için bu mutsuzluk duygusuyla bitecek.

Hükümetin Taksim inadına, saçmalığına burada diyecek söz bulamıyorum, fakat emekçileri Taksim’e çağıran sendikalar ve siyasetçilerin tavırları da bana içtenlikten yoksun ve son derece göstermelik geliyor. Çünkü, evet Taksim’i kazanmak için verilen mücadele anlamlı ama 1 Mayıs’ı feda etmemek adına, alternatif bir seçeneğin de  geliştirilmiş olması gerekir. Sabah bütün yollar, köprüler engellenince, Taksim’e gitmeye çalışan emekçiler bulundukları yerden kıpırdayamaz hale gelince ne yapacaklar? Geçmiş yıllarda da gördük, sendikacılar, basının önünde, bulundukları binadan burunlarını çıkaracak ve biraz “gazdan etkilenip” geri kaçacak, “Taksim’e çıkamıyoruz” diye açıklama yapacak ve sayfayı kapatacaklar. Taksim’e çıkan sokaklarda ise, oraya kadar gelmeyi başarabilenler, dayak yiyip gaz soluyacaklar. Eeee, ya diğerleri, 1 Mayıs için evinden çıkanlar?

Bazıları bütün bunları sınıf savaşımının bir parçası, işçi sınıfının olgunlaşması ve mücadele bilinci kazanması, düşmanıyla yüzleşebilmesi için bir fırsat olarak görebilir, hatta faydalı bulabilir. Olağan karşılayabilir. Bense, öyle ya da böyle, nedeni ne olursa olsun, ortaya çıkan bu durumu, emekçiler açısından çok daha verimli, anlamlı ve güzel geçirilebilecek bir günün feda edilmesi olarak görüyorum.

Taksim kavgası bir yana, bu kavganın olmadığı yerlerde yapılan 1 Mayıs kutlamalarının da ben yeterince anlamlı ve verimli geçtiğini düşünmüyorum. Bunda kutlamaların bir türlü özgürleşememesinin, hep Istanbul ve Taksim’in gölgesinde kalmasının, sendikaların her geçen gün güçsüzleşmesinin ve bir türlü işçilerin güvenini kazanamamasının etkisi büyük. Eskiden nasıldı?  Çok uzun bir geçmişi yok ama, 80 öncesi 1 Mayıs’ları düşününce, yasak olmadığı zamanlarda,  siyasi grupların, 1 Mayıslar’da işçi sınıfının sorunları ve taleplerinden çok, kendilerini öne çıkarmak için çalıştıklarını ve 1 Mayıs’ları bunun için bir fırsat olarak gördüklerini, bütün hazırlıkların bu yönde yaptıklarını söyleyebiliriz. Özgür olsa, belki, yıllar içinde taşlar yerli yerine oturacak, 1 Mayıs kutlamaları da zamanla anlamını bulabilecekti. Ama sistem zaten buna fırsat vermedi, vermiyor.

Ben her şeye rağmen, Taksim kavgasını bir yana bırakarak, sendikaların, emekçilerin 1 Mayıs kutlamaları için her yıl bir tema belirleyebileceklerini ve bütün çalışmaları bu tema çerçevesinde organize edebileceklerini düşünüyorum. Şöyle ki, o yılın teması yılın başında sendikalar, emekçi örgütleri ve konuya duyarlı siyasi parti temsilcilerince ortak olarak belirlenebilir. Temayı gündemdeki emekçileri ilgilendiren en yakıcı sorun oluşturur. Aylar önceden başlayan bu çalışmayla sendikalar, ilgili siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları tema üzerinden çalışmalar yapar ve emekçi kesimlerde bu konu için duyarlılık oluştururlar. 1 Mayıs bütün bu duyarlılığın final günü olur. Yapılan çalışmalar şenlik havasında meydanlara taşınır.

Örneğin bu yılın 1 Mayıs temasının, nükleer santraller ve nükleer enerjinin yol açacağı sorunlar olarak belirlendiğini düşünelim. Ocak ayından itibaren, bütün sendikalar, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri bu konuda çalışmalar yürütmüş olsalardı, 1 Mayıs’a kadar bu konuda çok önemli bir duyarlılık sağlanmış olmaz mıydı? 1 Mayıs emekçi bayramında ise en büyük mitingin Sinop’ta organize edildiğini düşünelim. Emekçiler akın akın Sinop’a aksa ve orada toplanılsa, diğer illerde de yine nükleer santraller ön plana çıkarılarak mitingler yapılsa... Bütün 1 Mayıs’a katılan parti, örgüt ve sendikalar en büyük yazılarla kendi adlarını ve liderlerinin adlarını değil de bu konuda duyarlılık oluşturmaya çalışan ve ne istediklerini yazan dövizler hazırlayıp taşısalar... Düşünebiliyor musunuz bilmiyorum ama, bana heyecan veriyor.

1 Mayıs’ta, ait olduğu parti, örgüt veya sendikanın en büyük bayrağını alıp sokağa çıkmak doğrusu bana anlamlı gelmiyor. Kime gösteriyoruz o bayrağı? Diğer parti, örgüt veya sendikaların üyelerine. Oysa vatandaş için bunun bir anlamı yok. Vatandaş eğer meydana giderken bizi görürse ne istediğimize, taşıdığımız dövizde ne yazdığına bakacaktır... 1 Mayıs’larda kendi parti, örgüt veya sendikasının adını en büyük ve göz alıcı şekilde yazıp meydanlara dökülen insanlar, bende belki de, öğretmen olmamdan gelen bir refleksle, bomboş bir sınav kağıdına kocaman ve gösterişli bir şekilde adını yazmış bir öğrenciyi çağrıştırıyor. Ne yazık ki, dudağımda hafif bir tebessüme neden olsa da o öğrencinin notu benim gözümde sıfırdır.

1 Mayıs’ın  her yıl belli bir temaya odaklanmasını şiddetle öneriyorum. Örneğin bu yılın teması, yukarda da yazdığım gibi, nükleer santraller olabilirdi ve Sinop merkezli bir 1 Mayıs organize edilebilirdi. Her gün iş kazalarında işçi kardeşlerimizi kaybediyoruz, iş kazaları ve iş güvenliği ana temamız olabilirdi. Emeklilik ve sosyal güvence, sendikal sorunlar olabilirdi.  Çözüm ve barış süreci olabilirdi. Sene başında saptanan bu tema çerçevesinde bütün yıla yayılan, konferanslar, konserler, yarışmalar, eylemler organize edilebilirdi... Ah, çok mu ütopik bilmiyorum ama saptanan tema  çerçevesinde çeşitli yarışmalar düzenlense, ödüller 1 Mayıs günü açıklansa, emekçiler bu günü büyük bir heyecanla, bunun için de beklese... 1 Mayıs daha anlamlı ve verimli bir hale gelmez mi? 
Takvime bakıp, sabah  üyesi olduğumuz parti veya örgütün veya sendikanın flamasını alıp yollara dökülmektense, ne istediğimizi dile getirsek, onları herkese duyursak daha anlamlı ve önemli bir iş yapmış olmaz mıyız?
Bunun yerine, bazıları kızacak ama, yaptığımız şu değil mi?
Herkes görev gereği orada bulunuyor.
Eşe dosta görünmüş oluyor, görünmeye özen gösteriyor.
Kim yaşlanmış, kim kilo almış onlar konuşuluyor.
Hükümete, devlete, hayata arabesk tadında kahrediliyor.
Görevi tamamlamanın iç huzuruyla evlere dönülüyor.
Oysa güzel bir mayıs gününde, üstelik tatilse yapabilecek çok daha güzel seçenekler var.

@ymbymb
 

Yazarın Diğer Yazıları

“Etkin” olmaya çağrı: “Naturans III, Yeni Gündelik Yaşam” 

Çetin Balanuye, Naturans üçlemesinin bu son kitabında bizi, etkin olmaya ve diğer etkin insanlarla bir arada olmaya, dostluğa davet ediyor. Ben de bu davet doğrultusunda, bir ilk hareket olarak, herkese bu kitabı okumayı öneriyorum

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

"
"