Tükettiğin doğalgazın yüzde 58’ini Rusya’dan alıyorsun.
Yirmi ayrı ülkeden senin ülkene gelen 31 milyon turistin 6 milyona yakını Rusya’dan geliyor, en çok Rus turist geliyor, dolayısıyla en çok para bırakan onlar.
Mersin Akkuyu’daki nükleer santral yapımını Ruslara emanet ediyorsun.
NATO müttefiki olmana rağmen, NATO’nun dışına çıkarak, her türlü kuralı altüst ederek, hava savunma sistemini, S -400’ler üzerinden Ruslara emanet ediyorsun.
Aynı Rusya dört gün önce Suriye Ordusu'nu öne sürerek, arkasında kendisi, senin asker ve sivil yurttaşlarının ölümüne yol açmış...
Bu koşullar altında, tek bir ülkeye bu ölçüde bağımlılık sonucunda sen ne yaparsın? "Rusya ile çelişkiye gerek yok" demek zorunda kalırsın.
Ve eklersin, "Şu anda bizim Rusya ile çok ciddi stratejik ilişkimiz var" dersin ve doğalgazı, ticaret hacmini, nükleer santralı saymaya başlarsın.
Genel anlamda Türkiye’ye, genel anlamda izlediği politikalara, genel anlamda ülkenin çıkarlarına aykırı gördüğü, aynı biçimde ve fakat bu kez özel anlamda kişisel olarak kendisine yönelik hoşuna gitmeyen tepki ve eleştiriler karşısında "babalanması ve de eyyy diye başlayan nutuklarıyla ünlü Tayyip Erdoğan" aaaa, Rusya karşısında yelkenleri indiriyor.
Üzerine aniden bir sükunet çöküyor, o ünlü duygusal tavırları bir anda geride bırakıyor, diline kilit vuruyor, aniden "makul ve mantıklı" söyleme geçiyor.
Hayat böyle bir şey!.. Her zaman ve hangi makamda oturursa otursun, insanın öğreneceği çok şey var.
"Git Rusya'yı döv" diyen yok
Rusya’ya olan bağımlılık artıkça, pek çok akademisyen, uzman, düşünür, siyasetçi, yazar çizer takımı kendisini sürekli uyarıyor, "tek bir ülkeyle bu ölçüde bağımlılık yarın senin elini kolunu bağlar" diye, ama her zamanki gibi, kimseyi dinlemiyor, kendisine kimse laf anlatamıyor.
Bugün "çelişkiye gerek yok" demek zorunda kalıyor.
Kimse "sen git Rusya ile papaz ol" demiyor. Bu bağımlılık karşısında zaten olamazsın. Papaz olmaya da, gerek yok. "Diplomasi" denilen bir yöntem var.
Ayrıca, ülkelerin ve kişisel bazda insanların hayatında konuşarak, uzlaşarak, inada bindirmeden, kaprise kapılmadan sorunları çözecek "diyalog yöntemi" var.
"Ülke yönetmek" bu ikisinden de geçiyor.
Diyorsun ya, "öfkeyle kalkan zararla oturur", böylesi bir bağımlılık karşısında zaten başka bir çare yok.
Suriye için de geçerli
Erdoğan dün partisinin grubunda Suriye’ye neredeyse savaş ilan ediyor:
"Suriye rejimi Şubat sonuna kadar gözlem noktalarımızın gerisine çekilmezse, Türkiye bu işi yapmak zorunda kalabilir."
Neyi yapmak zorunda kalabilir? Silahla karşılık verebilir, açıkça Suriye Ordusu'na ateş açabilir... Bu net bir tehdit...
Rusya’ya karşı kullandığı "sakin ve mantıklı" söylem, aslında Suriye için de geçerli.
Suriye’ye karşı hiç bir bağımlılığımız yok ancak, çözüm silahtan önce diyalog ve diplomasiden geçiyor, özellikle de "Suriye’ye karşı unutulan diplomasiden".
Bir ülkeye bağımlı isen, diyalog arıyorsun ve hemen Putin’i arıyorsun, değilsen ateş püskür!..
Dış politika bu değil.
* * *
Yuuuuuh artık, yuh!
Televizyonda yarışma programı. Soru şu:
"1930 yılında Türkiye’nin başkenti neresiydi?"
Sorunun yanıtında dört şık var, "İstanbul, Ankara, Edirne, Bursa".
İlkokul birinci sınıf sorusu. Yarışmacı genç kızımız üniversiteli, kağıt üstünde "okumuş yazmış" görünüyor.
Yanıt seçeneklerine bakıyor bakıyor, bir de gülüyor, karar veremiyor, seyirciye soruyor! Ya o seyirci?
"Seyircilerin yüzde 31’i İstanbul, yüzde 16’sı Bursa, yüzde 11’i Edirne ve yüzde 42’si, yarısı bile değil, Ankara" diyor!
Şu kadar üniversite açtık, bu kadar akademisyen yetiştirdik, şöyle okul yaptık, bu kadar öğrencimiz var nutukları hikaye! Geçin onları bir kalem. Bu olağanüstü bir rezalet!..
Eyyy Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk!.. Bu akıl almaz eğitim faciasını görüyor musun? Bu facia karşısında ne yapmayı düşünüyorsun?
Aslında felaketi aşan bu cehalet AKP’nin neden on yedi yıldır iktidarda olduğunu da gösteriyor.
Bir üniversitenin rektör yardımcısı olacak bir profesör dememiş miydi, "ben cahil ve okumamış insanların ferasetine güveniyorum, okuyan birini görünce hafakanlar basıyor"!
Al sana "feraset"! Sekiz, on yıl sonra koca bir ülke "bu ferasetin" altında kalacak, dört nala o "ferasete" doğru yolculuk yapıyoruz.
Sayın Ziya Selçuk, Sayın Bakan, nasılsınız, iyi misiniz?