Her şey görkemli olmalı. Yollar, binalar, toplantılar, kentler, fabrikalar, bağlar, bahçeler, toplar, tüfekler, hatta “üstün ırk” teorisi gereği, tek tek insanlar ve stadyumlar.
Arkasında hangi yalan, hangi dalavere olursa olsun, gösteriş ön planda. Madem ki, 1936 Olimpiyatları Berlin’de düzenleniyor, o zaman o dönemin, yani faşizmin ruhuna uygun bir stat yükselmeli ki, dünyanın ağzı açık kalsın, çağın en görkemli stadı olsun. Gerçekten de, öyle oluyor.
Emir yüksek yerden, Hitler’den. Stadın yapımı ve olimpiyatlarla ilgili en küçük ayrıntılar, onun propaganda bakanı Göbbels’e emanet. Hani, şu incilerin sahibi Göbbels’e:
- “Önemli olan aydınlar değil, kitlelerdir. Onları kandırmak kolaydır.
- Halk büyük yalanlara küçük yalanlardan daha çok inanır.
- Yanlış yaptığınızı asla kabul etmeyin.
- Yargı devlet politikasının hizmetkarı olmalıdır.”
Ve daha ne inciler. Şimdi onun başında Alman Faşizmini dünya kabul ettirmek için çok büyük bir iş var, 1936 Berlin Olimpiyatları. Hile, entrika, desise, hepsi aynı anlamda, hepsi geçerli.
"Rüzgârın oğlu"
Bugünlerde sinemalarda muhteşem bir film oynuyor. Orijinal adı “Race”, hem “ırk”, hem “yarışmak” anlamında. Film bizde “Rüzgarın Oğlu” başlığını taşıyor.
“Rüzgârın Oğlu”, Amerikalı zenci atlet Jesse Owens, film onun tarihe mal olan öyküsünü anlatıyor.
Jesse Owens, Berlin Olimpiyatlarında yüz ve iki yüz metre ile bayrak yarışı ve uzun atlamada dört altın madalya kazanan, kırdığı dünya rekorları ancak otuz yıl sonra aşılabilen “Rüzgarın Oğlu.”
Daha da önemli olan:
Kendi üstün ırkının zaferlerini izlemek için stada gelen, ama şu zencinin rekorlarını izleyince, stadı terk etmek zorunda kalan Hitler’in büyük hayal kırıklığı.
Üstün ırk teorisi çuvallıyor. Koca bir ulusu peşinde sürüklemek için keşfedilen sersemce bir teori yerle yeksan oluyor.
İki saate yakın süren filmi nefesimi keserek izliyorum. Her sahnesi ayrı bir felsefe, ayrı bir ders. Hem gerçek bir öykü, hem 1936 Berlin ile 2016 Ankara’yı karşılaştırmak açısından anlamlı.
Irk ayrımı
Hangi teze dayanıyor olursa olsun, temelinde ne yatıyor olursa olsun, “ötekileştirme ve kutuplaştırmanın” tek tek insan ruhunda yarattığı fırtınalar ve o fırtınaların toplumda meydana getirdiği muazzam ayrışma. “Sizden ve bizden” hikâyesi.
Filmdeki “ötekileştirme ırkçılık kaynaklı.” Owens zenci.
Yoksul bir ailede doğan Owens kendi çevresinden dışarıya ilk adımı attığı andan itibaren “zenci olduğu” için fena halde alaya alınıyor, aşağılanıyor. Buna üniversitede takım arkadaşları, yani beyazlar dahil. Onlarla aynı anda duşa bile giremiyor. Önce beyazlar duş yapacak, sonra zenciler.
Amerika’da ırk ayrımının hızlı yılları.
Ondaki yeteneği 1920’lerin ünlü dünya şampiyonlardan Larry Synder keşfediyor. Synder Ohio Üniversitesinde koç. O bir beyaz. Adamda tam sporcu ruhu var, zenci imiş, değilmiş, onun için önemi yok. O insanın yeteneğine bakıyor, ırkına, rengine, siyasal düşüncesine değil.
Owens ile birlikte ırkçı aşağılamalara göğüs geriyor. Üniversitenin atletizm takımındaki diğer atletler ve Owens arasındaki ırkçı gerilimler karşısındaki tavrı, filmde geçen diyaloglar not edilmeye değer.
Bu yüzden üniversite yönetimi ile başı derde bile giriyor. Hatta, tam Berlin’e gidecek iken, Amerikan kafilesinden dışlanıyor, ekibe dahil edilmiyor.
Kısa sürede Amerika’nın olimpiyatlardaki umudu haline gelen Owens da, gitmekten vazgeçiyor. Owens onunla güven kazanıyor, geldiği noktayı ona borçlu.
İkisi arasındaki sahne müthiş. Synder Owens’in odasına geliyor, “gideceksin”, Owens zaten bir de zenci örgütlerinin baskısı altında, onlar da, “gitme ve Amerika’yı temsil etme” baskısında, o nedenle “gitmeyeceğim.”
Gidersin-gitmem diyaloğunu da bir kenara yazın. Tüyleri diken diken ediyor. Esprili, felsefi, keyif veren, düşündürücü.
Daha Amerika’da iken, kırdığı rekorlarla “zenci Owens” kısa sürede “Bay Owens” olmaya terfi ediyor. Dizi dizi yazılar, fotoğraflar, gittiği her yerde topladığı alkışlar, imza isteyenlerin kuyruğa girdiği günler. Ama, devlet katında hala ”zenci”.
Sonunda Berlin’e gidiyor. Sürpriz, gemide kendi olanaklarıyla Berlin’e giden koçu Synder de var, onu yalnız bırakmıyor. O da, zaten koçu olmadan, morali hayli bozuk, karşısında bir anda koçu görünce, kendine olan güvenini yeniden kazanıyor.
Tarihe yalan belge
Faşizmin Almanyası ayrı bir alem.
Yahudi düşmanlığı, “bizden olanlar ve olmayanlar” ayrımı, Göbbels insanları aldatmakta, kandırmakta, şantaj yapmakta tam bir usta. Kendi ekibinde bile ayrımdan kaçınmıyor.
Örneğin, olimpiyatın belgesel filmini çeken kadın yönetmen Leni Riefenstahl ile anlaşmazlığı ayrı bir fasıl. Riefenstahl tarihe belge bırakmak istediği için her şeyin orijinal olmasına dikkat ederken, Göbbels “tarihe propaganda filmi bırakmak” amacıyla, gerçekleri saptırmaya ya da olimpiyatların ölümsüz anlarını ki, o anlar yüksek Alman Irkına ters, çünkü başarısızlık var, geçiştirmeye çalışıyor. Yani, tarihi de yalanlarla doldurmak çabasında.
Carl Luz Long
Film Owens’in filmi ama, bir de Carl Luz Long var ki...
Long olimpiyatlarda Almanya’nın uzun atlamada umudu, Avrupa rekortmeni. Almanlar olimpiyatlarda ondan yeni bir dünya rekoru ve altın madalya bekliyor. Göbbels buna herkesi inandırıyor. Long, o üstün ırkın temsilcisi, en gözde kişilerden biri.
Bütün Almanya’nın, bütün Amerika’nın ve bütün dünyanın heyecanla beklediği, Hitler’in stada giderek izlediği yarışmada Long ve Owens karşı karşıya geliyor.
Altın madalya Owens’in, Long’u mağlup ediyor, uzun atlamada yeni bir dünya rekoru ile. Otuz yıl boyunca kırılamayan bir derece ile, 8 metre 7 santim.
Yarışmayı geride bırakayan heyecan dalgası daha sonra yerini inanılmaz sahnelere bırakıyor.
Milyonlarca insanın gözü önünde Long, o üstün ırkın gözde elemanı gidiyor ve zenci Owens’ı kutluyor.
Yetmiyor.
Owens’in elinden tutarak, onunla stadyumda kol kola, onun adına birlikte şeref turu atıyor.
“Yüksek ırk”, bir zenci ile el ele, üstelik yenilmiş, olacak şey değil. Göbbels ve faşistler çılgına dönüyor.
Aynı akşam Long Owens’ın odasına giderek, baş başa uzun bir görüşme yapıyor, Long ülkesindeki tehlikeli gidişin farkında, dertleşiyor, yakınıyor. Oynanan oyunları anlatıyor.
Hem altın madalyayı bir zenciye kaptır, gümüş madalyada kal, hem de, statta dünyanın gözü önünde o zenciye alkış tut, destek ver, bunun cezasız kalması mümkün değil.
1939’da dünya savaşı patladığında Long cepheye en ön saflara gönderiliyor, cepheden bir daha dönmüyor. Daha ilk çarpışmada…
Arka kapı
Ya Owens?
Dört altın madalya ile Amerika’ya döndüğünde, kendisinin onuruna verilen bir davete katılıyor. Bir davete. Kendi onuruna verilen bir davete.
Arka kapıdan alınıyor içeriye, zenci ya… Onlar ana kapıdan giremiyor… Amerika’ya armağan ettiği dört altın madalyaya rağmen, dört altın madalya kutlamasına arka kapıdan, zenci ya…
Filmde yüzlerce diyalog var, her filmde olduğu gibi. Konu baştan sona sürükleyici, ama o diyaloglar, her seferinde bana bugünkü Türkiye’yi anımsatıyor.
Konu zenci bir atlet ya da olimpiyat hiç fark etmez. Meselenin özü “ötekileştirme ve ayrımcılık.” Bunu yapan iktidarların, o kitlelere rağmen, günün birinde nasıl tökezledikleri.
NOT: Bu arada T24 yazarı, sinema eleştirmeni Atilla Dorsay’a teşekkür ederim. Geçenlerde yazdığı yazıda bu filme dikkat çekiyor. Onun yazısını okuyunca, filmi izledim ve gerçekten çok değdi. Sağol Atilla Dorsay.