Gün geçmiyor ki, Avrupa’da bizim büyükelçiliklerimize bulunduklar ülkelerden, Avrupa Birliği'nden, Avrupa Parlamentosu'ndan, Avrupa Konseyi'nden ve hatta Birleşmiş Milletler'den telefon gelmesin.
Telefonlar genellikle “Tayyip Erdoğan’ın sözlerine Türkiye’nin açıklık getirmesi” yönünde.
Örneğin, dün Avrupa Komisyonu, Brüksel’deki bizim büyükelçiyi çağırıyor ve Erdoğan’ın “Böyle devam ederse, Batılılar dünyanın hiç bir yerinde sokağa çıkamaz” sözünün açıklanmasını istiyor. Avrupa bu sözü “tehdit” olarak algılıyor.
Ya da, zaman zaman dile getirdiği “Nazi suçlaması.”
Bunu da çok ağır hakaret olarak kabul ediyorlar.
Ya da “Haçlı seferi” benzetmesi. Bundan da, müthiş alınıyorlar.
Çeşitli Avrupalı siyasetçiler şöyle düşünüyor:
“Erdoğan bu çıkışlarıyla referandumda puan toplayacağına inanıyor. Avrupa’ya sürekli yüklenerek, referandumda ‘evet’ oylarını arttıracağını hesaplıyor.”
Bu nedenle mümkün olduğu kadar Erdoğan ile polemiğe girmekten kaçınıyorlar.
Referandum sonrasına dönük daha çok somut önlemleri tartışıyorlar kendi aralarında.
Tarihin en kötü ilişkisi
Sadece Avrupa değil, Türkiye’de aklı başında herkes ve çeşitli kurumlar, irili, ufaklı iş adamları aynı noktada birleşiyor:
“Türkiye - Avrupa ilişkileri tarihinin en kötü dönemini yaşıyor. Askeri darbe dönemleri dahil, Türkiye Avrupa’dan hiç bu ölçüde dışlanmamıştır.”
Dışlanma bizim iş dünyasının gözünde:
“Böyle giderse, tartışma siyasetle sınırlı kalmaz, bize çok pahalıya patlayabilir, bizim ekonomimizi sarsacak boyutlara uzanabilir.”
O nedenle, bizim iş dünyası ciddi kaygı duyuyor ve bu kaygı her geçen gün biraz daha yoğunlaşıyor. İthalat, ihracat, turizm, sermaye haraketlerine “darbe” vurabileceği kaygısı. Turizme zaten vuruyor, vuracağı kadar.
Bunlar bizim kendi içimizdeki kaygılar.
Üyeliği askıya almak
Etkileri açısınan, çok daha önemli olan Avrupa’nın gözünde “dışlanmanın” sonuçları.
İki çok ama, çok önemli kararın Avrupa başkentlerinde tartışılmakta olduğunu söylemek mümkün.
İlki, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğini askıya almak.
Askeri darbe döneminde bile yaşanmayan bir yaptırım. 12 Eylül darbesinde bile, üyeliğin askıya alınmasına ramak kalıyor ancak, son anda Türkiye’ye Avrupa Konseyi bir şans daha tanıyor. Ama, şimdi Avrupalılar arasında “üyeliği askıya almak” seçeneği konuşulmaya başlanıyor.
Ne olur askıya alınırsa?
Avrupa ülkeleriyle her türlü siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkiler dondurulur.
Bu hepimizin hayatını çok yönlü etkiler. Siyasi düzeyde ziyaretler, ikili anlaşmalar dahil, her şeyi etkiler.
Yanlış hatırlamıyorsam, Avrupa Konseyi tarihinde bir kez bir ülke ile ilişkilerini askıya alıyor.
1967’de Yunanistan’ın üyeliği askıya alınıyor. O tarihte Albaylar Cuntası Yunanistan’da darbe yaparak, iktidarı ele geçiriyor. Avrupa Konseyi de askıya alıyor. 12 Eylül 1980 darbesinde bizim başımıza gelmeyen, Yunanistan’ın başına geliyor.
Ambargo
İkinci bir seçenek, en az ilki kadar vahim.
Ambargo uygulamak.
Bunun da, siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik sonuçları ve etkileri var.
Türkiye ambargo ile bir kez karşılaşıyor.
Avrupa değil, 1974’te Türkiye Kıbrıs’a askeri müdahalede bulununca, Amerika ambargo koyuyor.
Kıbrıs’ta 1974’de Rumlar darbe girişiminde bulunuyor. Ecevit liderliğindeki CHP - MSP koalisyonu, Amerika’nın şiddetli itirazlarına karşı, Kıbrıs’a askeri çıkartma yapıyor.
Amerika da ambargo koyuyor. Her ne kadar o ambargo askeri alanla sınırlı kalsa bile, bizim ordu bundan çok etkileniyor. Zaten türü ve kapsamı ne olursa olsun, ambargodan etkilenmemek mümkün değil.
Bir uyarı da Steinmeier'den
Türkiye son günlerde çeşitli ülkeler ve kurumlar tarafından ve her düzeyde uyarılıyor. Buna son olarak önceki gün göreve başlayan Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier katılıyor.
O uyarıların hepsinin bir anlamı var, o sözler boşa söylenmiyor.
O öyle dedi, ben ona şöyle yanıt verdim gibi, söz dalaşıyla sınırlı kalmıyor bu uyarılar. Aksi çok yanıltıcı olur. Ciddiye almak ve üzerinde durmak gerek.
İş sanıldığından çok daha geniş boyutlarda.
Avrupa ile kavgaya nokta koymak gerek. Bunun zamanı çoktan geldi ve geçiyor.