18 Nisan 2023

Kırık bir kanatla uçmaya devam etmek...

Depremle birlikte ilan edilen yedi günlük yas bir süreliğine hayatımızı durdurdu. Ancak kalanları dert edinenler olarak, kanadının biri kırık da olsa uçmak zorunda olan kuşlar gibi, hayatımıza devam ediyoruz. Acıyan yüreğimize rağmen gündelik hayatın içindeki rollerimizin gereklerini sürdürüyoruz

Hayat, bir sürü benzemezin bir araya gelerek yaşandığı ilginç bir deneyim. Çocukluğumdan itibaren ailemizde neredeyse her cenaze evinde duyduğum bir söz, bana bu cümleyi kurdurdu: "Acıyan yer başka acıkan yer başka". 

Cümlenin gerçekliğini yirmi yaşımdayken, bir kalp kriziyle aniden kaybettiğim babamın ardından tüm varlığımla deneyimledim. Kocaman bir acıyla baş başa kaldığımız o günün akşamında ve sonrasındaki yirmi gün taziyeye gelenlerin getirdikleri yemeklerle çokça sofra kuruldu evimizde (bu âdetimizin ne kadar kıymetli ve önemli olduğunu büyüdükçe daha iyi anladım). Babamı öğlen toprağa vermiştik, ağlamaktan bitap düşüp bir köşede birbirimize yaslandığımız annemle ağzımızı bıçak açmıyordu; yemek aklımızda bile değildi. Ailemizin ve dostlarımızın görmüş geçirmiş olanları, yukarıdaki söz dudaklarından dökülerek, bizi sofraya oturttu. Böyle anlarda, sağlıklı ve mutlu zamanlarımızda yan yana olacağını düşünmediğimiz şeyleri, fikrimiz ters yüz olarak deneyimleriz.. Yemek gibi en güçlü doyum/haz araçlarından biriyle dünyanın en büyük acılarından birinin içindeyken yan yana geliriz.

On bir ili kapsayan ancak tüm ülkemizi sarsan depremin olduğu 6 Şubat gününden beri, yemek eylemiyle kurduğumuz bağ kendi deneyimimi hatırlatıyor her seferinde. Sadece yemek de değil elbette, hayatın haz veren diğer eylemlerini gerçekleştirirken bir hatırlama ya da duyum çoğumuzun içini burkuyor. İnsan ya da doğa eliyle olsun, toplumsal travma bakımından zengin olan ülkemizde öncekilerle kıyas kabul etmeyecek bir felakete tanıklık ettik; ediyoruz. Depremle birlikte ilan edilen yedi günlük yas bir süreliğine hayatımızı durdurdu. Ancak kalanları dert edinenler olarak, kanadının biri kırık da olsa uçmak zorunda olan kuşlar gibi, hayatımıza devam ediyoruz. Acıyan yüreğimize rağmen gündelik hayatın içindeki rollerimizin gereklerini sürdürüyoruz. Sanırım yası tanımlamam gerekseydi böyle derdim: "Kırık bir kanatla uçmaya devam etmek".

Yas kelimesiyle ilk karşılaşmam ortaokulu bitirdiğim yaz aldığım bir kitapla olmuştu: Yasımı Tutacaksın. Dominique Lapierre ve Larry Collins'in birlikte yazdığı bu belgesel roman, İspanya'nın en ünlü matadorlarından "El Cordebes" lakaplı Manuel Benitéz'in hayatını, İspanya İç Savaşı ve sonrasındaki olaylarla parelel olarak anlatır. Hikâye, bir insanın ve bir ülkenin, içine düştüğü en büyük çaresizlik durumlarında yaşadığı çatışmaları, savaş sonrası İspanya'sının yoksulluk ve yoksunluk ekseninde ele alarak, halkın hayata devam etme çabasını yalın fakat içe işleyen bir dille ortaya koyar. Romanda, Benitéz'in ablasına söylediği cümleyi ilk okuduğum andan beri hiç unutmadım; ne kendisini ne de duygusunu: "Ağlama Angelita, bu akşam ya sana bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın.'' Ölümün, sağ olana ansızın "geride kalan" sıfatını yapıştırması mı yoksa Angelita'nın geride kalan olma ihtimaline bu kadar yakın olması mı daha ağırdı?

Geçtiğimiz Aralık ayının başında, hepimizin bir şekilde başına gelen bu durumun, ölenin ardında kalan olmanın hikâyesini sezon başında sahneye taşıyan GalataPerform'un Kalanlar oyununu izlemiştim. Adana'da, ileri bir yaşta vefat eden Şükran Hanım'ın ardından sıcak bir yaz gününde, yaşadığı evi kapatmak üzere toplanan beş kadının, kızları Hayriye ve Ayla, gelini Hilal, eltisi Ayşe ve evin emektarı Fidan'ın merhumeyle ve birbirleriyle ilişkilerinin hikâyesi. Itır Karabulut'un kaleminden çıkan Yeşim Özsoy'un yönettiği oyun, geride kalan olmanın, diğer kalanlarla -insanlar, eşyalar ve hatıralarla- kurduğu ilişkide yaşadığı duygulanma, yüzleşme, hesaplaşma anlarına tanıklık imkanı sunmakla kalmıyor, dönüp kendi kalmışlıklarımızı da düşündürüyor. Her sahnede bir oyuncu gibi dolanan Özdemir Asaf dizelerini de burada paylaşmak istiyorum:

"Sonra çekildim bir kenara, 
seyrettim bütün olup biteni 
baktım kimde ben ne kadarım, 
kim bende ne kadar kalmış diye…"

Hayatlarını birbirinden farklı yaşamış bu beş kadını ölüm bir araya getirmişti, doğumun ve ölümün, sevincin ve üzüntünün böyle bir gücü var gerçekten; özellikle geride kalmanın acısı hepimizi birleştirebilecek güçte bir duygu. Buradan hareketle, birey olarak yaşadığımız kayıplardan sonraki duygumuzun, toplumsal travma yaratan kayıplarda hissedilen kolektif yas ile birleşerek birbirimizi anlama ihtimalimizi güçlendirmesi gerek gibi bir sonuca varmak mümkün. Oysa son yıllarda toplumumuzda ölenin ardından aidiyetine, varoluşuna, tercihlerine ve temsiliyetine göre kalanın acısına ortak olma tavrının bu ihtimalimizi zayıflattığı bir gerçek. Hatta bu durum, "bir olmak" ile övündüğümüz toplumsal mayamızın, acılarımızda bile ayrıştığımız gerçeğiyle bozulduğunu da iyice görünür kılıyor. 

Oyunu izlememin üzerinden iki aydan fazla zaman geçmişti. Bir anaokulunda çocuklar ve ebeveynleri ile bir araya geleceğim etkinliği de fırsat bilerek üç günlüğüne Muğla'ya gittim. Ayrıca köyde geçireceğim anlarda okumak üzere, kendi travmalarını anlatan iki kadının, Şengül Hablemitoğlu'nun Yas: Uzun Bir Veda ve Jasmin Lee Cori'nin Travmayı İyileştirmek kitaplarını yanıma aldım. 

Çocuklarla buluşmanın sabahında, saat 06.18'de, kümesteki horozun sesiyle uyandım. Her sabah olduğu gibi Twitter'ı açtım, tt listesine baktım. "Biz uyurken dünyada neler olmuştu acaba?". Telefon ekranın o saniyede gösterdiği #deprem ve hakkında atılmış sekiz binden fazla tweet olduğu bilgisi bir fotoğraf gibi hafızama kazındı. 99 depremini İstanbul'da yaşamış biri olarak depremin şiddetini okumamla yataktan fırlayıp televizyonu açmam birkaç saniye sürmemiştir. TV kanalları yavaş yavaş ışıyan günün içinden görüntüleri geçiyorlar, sosyal medyada bölgeden yayılan yardım çığlıkları bir sel hızıyla akıyordu. Elimde telefon, televizyonun karşısında bir saate yakın adeta donmuş gibi ayakta kalakalmıştım. 6 Şubat sabahı, iki ayağının üzerine kalkabilen herkes olarak artık ülkece geride kalanlar olmuştuk. O şok hâli, depremin bitmek bilmeyen artçı sarsıntıları gibi sürekli ilk ânı hatırlatan olaylarla bugüne kadar sürdü; muktedir eliyle yaşatılan zorluklar ile ne yazık ki yeniden üretilmeye devam ediyor. 

5-7 Mayıs'ta, dahil olduğumuz bir projenin içinde, tiyatro oyunumuzun gösterimi ve sonrasında yazdığım hikâye kitapları üzerinden yapacağım atölyelerde çocuklarla bir araya gelmek üzere Kahramanmaraş'a gideceğim. Depremden geride kalanların hikâyelerini, oradaki gerçekliği bir nebze tahayyül etmek, duygusuna hazırlanmak için, medyadan ve tanıdıklar aracılığıyla takip etmeye çalışıyorum. Fakat geçtiğimiz Cuma akşamı, Kadıköy-Taksim minibüsünde yanıma oturan Petek ile karşılaşınca ilk kez depremi yaşayan ve yakınlarını kaybeden biriyle yüz yüze konuştum. Petek depremde İskenderun'da evindeymiş. Yolculuğun ilginç bir tesadüfü de Petek'in yanında oturan Seçkin'di. İçinde iki kuş olan bir kafesle minibüse binmiş ve yanımıza oturmuştu. O da 7 Şubat'ta İstanbul'dan Samandağ'a arama kurtarma çalışmalarına katılmak üzere gitmiş ve kırk beş gün orada kalmış. Konu nasıl açıldı da ikisinin de Antakyalı oluşu ortaya çıktı üç dakika içinde, şimdi hiç hatırlamıyorum. Petek, deprem sonrası hemen evinden dışarı çıkmış, anne babası ve erkek kardeşinin oturduğu ve neredeyse tamamı yıkılan Emlak Konutları'nda almış soluğu. Annesini on beş dakika sonra yaralı olarak çıkarabilmişler enkazdan fakat babasına hâlaâ ulaşılamamıştı karşılaştığımız akşam. (Yazdıklarımı iznini aldığım için paylaşıyorum.) Kardeşi de eşi ve çocuklarıyla enkaz altında kalmış. Depremin dördüncü gününün gecesinde, Petek ve çevredekilerin çabalarıyla çıkarılmış cansız bedenleri. Hepimizin duyduğu benzerleri gibi, battaniyelere sarılı olarak araba farlarının aydınlattığı gece karanlığında defnetmişler cenazelerini. Bir komşularından bahsetti Petek, deprem sırasında iki kızı yanına gelen ve onlarla koyun koyuna enkaz altında kalan bir anneden. Kızları göğsünde ölen komşusunun "beni çıkarmayın" diye günlerce enkazdan bağırdığını söyledi. Petek ve Seçkin'in yol boyunca anlattıklarını bin bir duygu ve zaman zaman tutamadığım gözyaşlarımla dinledim. Petek, depremin ilk günlerinde bile enkaz başındaki umutlu bekleyişin, yakınlarının arama-kurtarma çalışmasıyla sağ olarak çıkarılmasından daha çok "en azından cenazesine ulaşalım" dedikleri bir sürece evrildiğini, sonrasında "umarız bedeni tek parçadır" diye dua ettiklerini söyledi. Şimdi tek umudu ise henüz bulamadığı babasına ulaşmak için verdikleri DNA örneğinin eşleşeceği bir bedenin bulunmasıydı. Seçkin de yaklaşık bir aylık bir süreden beri kayıp depremzedelerin adresleriyle, yakını olanların DNA örneklerinin bir araya getirildiği bir veri tabanından bahsetti. Birbirlerinin numaralarını aldılar, umarım bu denk geliş Petek'i babasına ulaştırır. Her biri çok acı olan bu yaşananları dinlerken, "Sadece ailemi, her gün karşılaştığım insanlarımı kaybetmedim ben, hafızamı oluşturan her şeyi kaybettim" diyen Petek'in elini tuttum sadece, ne söylesem boşa düşecek gibi geldi. 

Beşiktaş'ta üçümüz de vedalaştık. Ben, dinlediğim cümlenin ağırlığını düşünerek eve geldim ve yaptığım ilk şey, Muğla'da okuyamadığım iki kitaptan birini okumaya başlamak oldu. Hablemitoğlu'nun incelikle işlenmiş kitabında, Freud'un "Yas ve Melankoli" makalesinden sadeleştirerek aktardığı durumun ete kemiğe bürünmüş haliyle henüz birkaç saat önce karşılaşmıştım: 

"Freud'a göre yasın nedeni kişinin bağlandığı/bağ kurduğu nesneyi kaybetmesidir. Biraz daha açıklayıcı olarak söylersek, kişi sadece kaybın neden olduğu yokluğun değil, aynı zamanda o kimse ile ilişkisini inşa etmesini sağlayan anı, sembol, duygu, paylaşım gibi çok katmanlı bir bağın kopmasının da yasını tutar."

Alıntı aynı zamanda bana Kalanlar oyununda en az Asaf'ın dizeleri kadar sahnede kendine yer bulmuş bir nesneyi hatırlattı: Şükran Hanım'ın zümrüt broşu. Sezon bitmeden bu muhteşem performansı izleyin tavsiyesi dışında oyuna dair bir cümle daha kurmayacağım. 

Okuduğum iki kitaptan yola çıkarak kayıp, travma, yas kavramları üzerinden toplumsal travmalarımız ve tutamadığımız kolektif yasa dair yazacaklarımı buraya sıkıştırmak istemesem de deprem gibi doğal afetler sonucu kayıplar yaşayanların, Petek'in, annesinin, komşusu olan annenin, Şengül Hanım'ın, ölümleri politik sebeplerden olan ya da öldükten sonra politik sembol haline dönüşenlerin ardında kalanlar ile ötekileştirme tuzağına düşmeden, kendi kayıplarımızdan sonra hissettiğimiz duyguyla yaklaşmamızın bizi birleştireceğine ve iyileştireceğine inandığımın altını çizmeden geçemeyeceğim. 

Hablemitoğlu'nun kitabın ilerleyen bölümlerinde yastan çıkışa dair yazdıklarını sıralı veya sırasız, ansızın ya da ihtimal olan tüm ölümlerden geride kalanlar için paylaşmak istiyorum:

"[Y]as, kaybedilen kişiden ayrılmakla ilgili görünmekle birlikte, esasen, gidenle kurduğumuz ilişkiyi sürdürmenin yeni ve anlamlı yollarını bulmakla daha fazla ilgili. Yasın içinden geçerken, yaşamımızın gerçekleri ile iç dünyamız arasında bilip bilmeden bir denge sağlamaya çalışıyoruz. Ancak bu öylesine ikircikli bir süreç ki hem her şey dursun istiyoruz hem de durduğunda yere kapaklanacağımızı düşünüyoruz."

Hepimizi farklı biçimlerde travmatize eden bu felaketin izlerinin ne zaman geçeceğini, yüzbinlerce ölümün ardında kalanlar olarak bu ikircikli sürecin dengesini nasıl bulacağımızı, birlikte nasıl iyileşeceğimizi zaman gösterecek. Açık olan şu ki, gerçeklerle iç dünyamız arasındaki dengeyi ancak birbirimizi destekleyerek bulabileceğiz. 

Depremin üzerinden geçen zaman arttıkça gündelik hayatımızın kaygıları bu birlikte iyileşme ihtimalimizi zayıflatmamalı. Cenaze evinin kalabalık olması, bir tas yemeğin hazır götürülmesi, acıyı birlikte taşırken acıkan yerlerin doyurulması ve devam edilecek hayata güç verilmesi içindir. 

Birbirimizin yasını sahiplenirken, bir eli tutmaya çalışırken bile bizi ayrıştırmaya çalışanlara kulaklarımızı tıkayarak, teki kırık kanatlarımızla uçmaya devam edeceğiz çünkü yas, uzun bir veda. Sonra, sonra Özdemir Asaf gibi yaparız:

"Sonra çekildim bir kenara, 
seyrettim bütün olup biteni 
baktım kimde ben ne kadarım, 
kim bende ne kadar kalmış diye…"

Yoksulluk ve yoksunluğun özellikle deprem bölgesinde her geçen gün arttığı ülkemizde henüz bir kenara çekilmek için çok erken.

Vildan Güleç kimdir?

Sosyal girişimci, yapımcı, yazar, dilsel gelişim oyunları tasarımcısı, iki genç annesi. Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nü bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Programı'nda eğitim aldı. 2017-2021 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Danışma Kurulu üyeliği görevini yürüttü. 2022 yılı itibarıyla Tiyatro Kooperatifi Yönetim Kurulu üyesi.

Yeni Asır Gazetesi Gençlik Tiyatrosu kurucu oyuncularından biri olarak amatör ruhla sahnede başlayan tiyatro deneyimini, oyun yazarı kimliğiyle birleştirerek 2017 yılında Wise Akademi'yi kurdu. Çift dilli, yani aynı anda hem ebeveyne hem de çocuğa hitap eden ve psikoloji literatüründen kuramlar üzerinde yükselen ilk "Ebeveyn-Çocuk Tiyatrosu" oyunlarını yazdı.

Okul, aile, çocuk üçgeninde, sanatın iyileştirici gücünü kullanarak psiko-sosyal eğitim verme amacıyla bağımsız Akademik Danışma Kurulu onaylı tiyatro oyunları ve oyun sonrası uzman psikologlar yürütücülüğünde tamamlayıcı atölyeler geliştirdi.

Aktif olarak Wise Akademi bünyesinde ebeveyn-çocuk tiyatro oyunları sahnelemekte, ebeveyn-çocuk tiyatro oyunları, ebeveyn-çocuk hikâye kitapları yazmakta, eğitimler ve atölyeler vermektedir.

Boğaziçi Üniversitesi'nce gerçekleştirilen "Çocuklar İçin Felsefe (P4C) Eğitmeni" uzmanlık programını tamamlayan Güleç, halen psikoloji yüksek lisans eğitimine devam etmekte ve çocukların dilsel gelişimine yönelik çalışmalar yapmakta ve bu alanı destekleyici kutu oyunları tasarlamaktadır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Hayatı bir sanat eseri gibi yaşamak, Hale Asaf ve "Kadın Yüzler Festivali"

Asmalı Sahne'nin kurucularından sevgili Muharrem Uğurlu ve Petek Kırboğa'nın tiyatro dünyamıza kazandırdığı "Kadın Yüzler Festivali" yüz yıllık Cumhuriyet tarihimiz içinde, hayatları hakkında az şey bilinen kadınları "Alkışlar Hiç Susmasın" sloganıyla sahneye taşıyor

Kahramanmaraşlı Nuray, Virginia Woolf ve kendine ait bir mutfakta "Bir Tatlı Kaşığı Çamur"

Ritmi oldukça yüksek bu oyun, toplumun normları ile şekillenmiş kadın hayatının yılları içinde, bir sarkaçtaymışcasına sallıyor seyirciyi…  

Sıra diğer iki maymuna da gelmedi mi; duymak, dinlemek, anlamak üzerine…

 Sanki birey olarak da toplum olarak da en büyük ihtiyaçlarımızdan biri dinlemek, dinlenilmek… Bu yazıyla biraz kavramın kendisine yönelik bir kazı çalışmasına girişeceğim

"
"