03 Eylül 2013
Bu bölümün konuları
Bu yazı “Ekonominin Bugünkü Durumu ve Daha da Karanlık Yakın Geleceği” dizisinin 6. bölümünü temsil ediyor. 6 bölüm olarak planladığım bu dizi, bu yazının uzunluğu nedeniyle çok yakın gelecekte bir 7. bölümü de içerecek. Bu yazının ana hedefi 1 Ağustos’tan bugüne ekonomideki gelişmeleri değerlendirmek ve ekonominin ileriye yönelik gidişatı hakkında tahminler yapmak. Dizinin 7. bölümü Türkiyenin ekonomik politika formasyon sistemini eleştirecek.
Bence, ekonomik politikaların rasyonel ve sağlam prensiplere dayanması için gӧrüş ҫeşitliliğine ve veri zenginliğine ihtiyaç var. İç ve dış siyasi politikaların oluşumunu da içermesi gereken bu prensip, bence ekonomik politikalar için de geçerli. Bir başka deyişle, ekonomik politikaların eksiklik/çarpıklıklardan yoksun olması, başarı şansının olması için, tıpkı siyasi politikalar konusunda olduğu gibi, bu politikaların formasyon sürecinin de ‘çoğulcu’ unsurları içermesi gerekiyor. Buna rağmen, Türkiyede uygulanan yöntem hükümetlerin ekonomik politikaları akademi ve iş dünyası çevrelerinin girdilerini almadan, bir boşluk ortamı içinde tek başına oluşturması. Bir sonraki bölümde bu eksikliği birkaç örnek vererek ifade edeceğim.
Dizinin ilk bölümünden bugüne gerçekleşen gelişmeler ve yazının motivasyonu
Bu dizinin ilk bölümü 1 Ağustos’ta “Yakın gelecekte bir kriz olmasa da önemli bir türbülans yaşanabilir!” başlığı altında yayınlanmıştı. Dizinin üçüncü bölümü Mayıs ortası - 31 Temmuz süresinde neredeyse tüm ekonomik verilerde çok kısa bir sürede çok sert olumsuz koşulların yaşanmış olduğunu göstermişti. Bu gerçekler, maalesef, birinci bölüm için kullandığım başlığın isabetli olduğunu ortaya çıkarmıştı. İşin kötüsü, aşağıda göreceğimiz gibi, ekonomik koşulların sergilediği olumsuz trend 31 Temmuz’dan bu yazıyı yazdığım 28 Ağustos dönemine de devam etti: Faiz ve döviz değerlerinde yükselişler, borsa değerlerinde ise düşüşler yaşanmaya devam etti.
Dolayısıyla, bugünkü ekonomik veriler 31 Temmuz'a oranla daha olumsuz seviyelere ulaşmış durumda. Ek olarak, dış ticaret dengesi, enflasyon, doğrudan ve portföy yatırımları gibi ekonominin diğer cephelerinde de ‘olumlu’ olarak yorumlanabilecek gelişmeler oluşmadı. Tabii, verilerin düzelme yerine daha da bozulmuş olması, ilk bölüm için kullanılan başlığın öngördüğü tahmini daha da isabetli hâle getirmiş, dolayısıyla ekonominin düzelmesi için alınması gereken tedbirleri daha da acil bir seviyeye yükseltmiş oluyor.
Bu yazının motivasyonun bir ‘felaket tellallığı’ olmadığını vurgulamak isterim. Her şeyden önce bugünkü durumun - ne kadar olumsuz olursa olsun – bir 2001 krizi ortamını temsil ettiği söylenemez. Ekonomi son 10 yılda sağlıklı yönde önemli bir mesafe kaydetti. Yapısal olarak ekonominin hem reel, hem de finansal kesiminin bugün çok daha sağlam temellere dayanmakta olduğu şüphe götürmez. Dolayısıyla, ekonomiyi çok yakında bir krizin beklediğini iddia etmek isabetli olmaz. Zaten ‘kriz’ yerine ‘türbülans’ kelimesini seçmiş olmamın temel nedeni de bu.
Tabii ki ekonomide çok kısa bir zaman sürecinde bu derecede dramatik olumsuz gelişmeler yaşanmaması tercih edilirdi. Ancak, ekonomide önemli dereceli sert koşulların oluşmuş olduğu da inkâr edilemez. Dolayısıyla, prensip sahibi bir ekonomistin bu durumu görmezlikten gelmesi, gereken uyarılarda bulunmaması da, dürüstlük ve kredibilite prensiplerini ihlal edeceği için, sorumsuz bir davranışı temsil eder. Bu yazının motivasyonu her şeyden çok ‘tedavi’ hedefli. Tabii, tedavi sürecinin ilk safhası her zaman için ‘teşhis’ olur. Bence, teşhis hem bugünkü problemlerin tedavisine odaklanmalı, hem de bu duruma nasıl gelindiğinin analizini doğru olarak yaparak ilerde aynı hataların yapılmasını önlemeyi hedeflemeli.
Son veriler: Faiz gelişmeleri
Dizinin 3. bölümünde yüzde 4.61 ile 17 Mayıs’ta tarihin en düşük seviyesini görmüş olan gösterge faizinin 31 Temmuz’da yüzde 9.11’e çıkmış olduğunu yazmıştım. En son Ocak 2012’de çift haneyi gören bu faiz 19 ay sonra, 26 Ağustosta yüzde 10.16 ile tekrar çift haneye ulaştı.
Benzer bir tırmanış 10 yıl vadeli hazine bonosunda da yaşandı: 8 Mayıs’ta yüzde 6.13 seviyesinde olan bu faiz 31 Temmuz’da yüzde 9.27’ye, 26 Ağustos’ta ise yüzde 10.43’e tırmandı.
Borsa ve döviz değerleri
Hisse senetleri fiyatları 31 Temmuz sonrası dönemde de düşmeye devam etti: 31 Temmuz - 28 Ağustos döneminde BİST’de yüzde 10.82’lik ek bir değer kaybı yaşandı.
Söz konusu süreçte dövizde de sert yükselişler yaşandı: TL’nin dolara karşı değer kaybı yüzde 6.1, Euro’ya karşı yüzde yüzde 6.4 olarak gerçekleşti. Nitekim, dolar birkaç gün önce bir rekoru temsil eden 2.07 TL seviyesine çıktı.
Tüm bu veriler hedge fonlarının Türkiye sermaye piyasalarından çıkmakta olduğunu ima ediyor. Ekonomi kurmaylarını benzeri olayların tüm gelişen ülkelerde yaşanmakta olduğu şeklinde bir savunma yapmaları hem gereksiz, hem de yanıltıcı. Günün sonunda, ekonomiden sorumlu yöneticilerin, verimsiz ve yanıltıcı bir halkla ilişkiler kampanyası yapma lükslerinin olmadığını anlayıp, çözümlere odaklanmaları gerekir. Tabii, bunun ilk safhası olarak, hedefleri, pazarlama oyunları oynamak yerine, gerçekleri kabul edip doğru teşhisleri yapmaya çalışmak olmalı.
Niteliksel olarak gelişen ülkelerin tümünde de tahvil, döviz ve borsa değerlerinde Türkiye'nin tecrübesine paralel olan gelişmeler yaşanmış olduğu bir gerçek. Ancak, ekonominin durumu kritik bir durumdayken, niceliksel olarak diğer gelişen ülkelerdeki döviz ve menkul değerlerdeki gelişmelerin Türkiye piyasalarında tecrübe edilen sertliğe yaklaşmadığı gerçeğinin saklanmasının, Fed paravanının kullanılması anlamsız oluyor. Tabii, bu demek oluyor ki, Fed faktörünün ötesinde Türkiye’ye özgü çok daha olumsuz ek faktörler rol oynamakta. Nitekim, 10 yıl vadeli hazine bono faiz farkları incelendiğinde, 8 Mayıs’ta Türkiye – ABD farkı yüzde 4.35'ten, 28 Ağustos’ta yüzde 7.52’ye çıktı, yani yüzde 3.17’lik bir artış gösterdi (Hindistan – ABD farkındaki artış söz konusu 2 tarihte sadece yüzde 0.26 idi).
Olumsuz gelişmeler sadece finanansal piyasalara sınırlı kalmadı:
- 8.2 milyar dolar olması beklenen Temmuz dış ticaret açığı 9.82 milyar dolar olarak gerçekleşti.
- Haziran’ın cari açığı ve net hata noksan kalemi konulu döviz kaybının finansmanı için rezervlerde 3.276 milyar dolarlık bir eritme yapılması, yani cepten para harcanması gerekti.
- Doğrudan yatırımlar 2013’ün ilk yarısında, 2012’nin aynı dönemine göre yüzde 38 azaldı.
- Portföy yatırımları kanalıyla Haziran’da 312 milyon dolarlık bir döviz çıkışı gerçekleşti.
- Enflasyon beklentilerinde ve işsizlik oranında artışlar, tahsilat sürelerinde uzamalar yaşandı.
- Sonuç olarak ekonominin reel ve finansal verilerinde olumlu gelişmeler bulmakta zorlanmamak mümkün değil.
Bu konuda gösterilebilecek çok sayıda neden var: Gezi Parkı olaylarına gösterilen orantısız tepki, faiz lobisi – komplo teorileri retoriğinin yabancı yatırımcıları korkutması, Fed’in likidite enjeksiyon politikasına son verecek olması gibi faktörlerin bu listede yer aldığı şüphe götürmez.
Büyüme politikası
Ancak, benim görüşümce, bunlardan hiçbirisi temel faktör niteliğinde değil. Bence ekonominin bugün içinde olduğu durumdan birinci derecede sorumlu olan faktör, geçmişte uygulanan ve yanlış olan büyüme politikası. Bu hatalı politikaların faturasının kesilmesinin bugüne kadar ertelenebilmesinin en önemli nedeni küresel ekonomilerde hakim olan Lâle Devri koşulları ve yatırımcıların yüksek seviyeli risk iştahı idi. Yanlış büyüme politikasının çok önemli olduğunu düşünmüş olduğum için bu dizinin ikinci bölümünün tümünü bu konuya ayırmıştım.
Düşük kaliteli büyüme politikası, yani cari fazla yerine cari açık yaratan büyüme politikası, sürdürülemeyecek yükseklikte büyüme hızı ile bir araya getirildiğinde ortaya zehirli bir ekonomik iksir çıkardığından şüphem yok. Dizinin ikinci bölümünde, cari açığa gebe olan bir ekonomide, yüksek büyüme hızının başlı başına cari açığı artırdığını görmüştük. Söz konusu bölümde ayrıca büyüme hızının ihracatın ithalatı karşılama oranında bozulma yarattığına da şahit olmuştuk. Bu demek oluyor ki, söz konusu iki faktörün bir araya gelmesi cari açık için bir roket yakıtını temsil ediyor. Ben en azından son 5 yıldır bu tehlikeli durum konusunda çeşitli platformlarda uyarılar yapmaktaydım. Bu dizinin bir sonraki bölümde daha detaylı olarak inceleyeceğim gibi, bu durum, ekonomik politikaların formasyon sürecinin çoğulcu unsurları içermemesinin maliyetinin çok yüksek olabileceğini gösteren bir örneği temsil ediyor.
2011’de yüzde 8.5 olan büyüme hızı Türkiye’yi ‘dünyanın ikinci hızlı büyüyen ülkesi’ yaptığı için ‘sokaklarda dans edilerek’ kutlanmıştı. Kimler bu dansa katılmıştı? Hükümet üyeleri, TOBB, TÜSİAD, TİM, yani iş dünyasının tümü ve medya. Sonuç olarak, daha doğru olan soru şu oluyor; kimler katılmamıştı? Peki, bu büyüme hızının maliyetinin Türkiye’yi dünyanın en yüksek cari açık oranı olan ülke durumuna getirmiş olmasının bir tehlike çanı olarak yorumlanmamış olması nasıl açıklanabilir? Bu soruyu cevaplamam mümkün değil, çünkü ben bu dansa katılanlar arasında değildim. Tam tersine, popüler olmamasına rağmen, yüksek büyüme hızı – yüksek seviyeli cari açık durumundan duyduğum endişeleri yıllardır ifade etmekteyim.
Dizinin ikinci bölümünden hatırlarsınız: Gaye bir şirketin büyümesi ise, bunu gerçekleştirmek çok kolay. Yine hatırlayacağınız gibi büyüme konusu şirket seviyesinde incelendiğinde büyüme satış değişkeni ile ölçülür. Bu bölümde tartışmış olduğum bir anlamsız büyüme yöntemi örneği; rakipleri ticari alacaklarını 1 ayda tahsil ederken, bir şirketin müşterilerine 6 ay süre vermesi ile ilgiliydi. Böylesine ‘cömert’ bir tahsilat politikası tabii ki söz konusu şirketin satışlarını artırır (şirket büyür). Tabii, eğer şirketin gayesi kârını maksimize etmekse, bu 6 aylık tahsilat süresinin satışları artırmasına rağmen kârını azaltacağını, hatta kâr yerine zarar edeceğini iddia etmiştim.
Bir başka muamma: Niçin kimse Türkiyenin yüksek büyüme hızının yüksek seviyeli cari açık yaratmakta olmasının nedenlerini hâlâ sorgulamıyor? Örneğin, neden büyüme hızı - cari açık ilişkisinin ülkenin yanlış ürünleri ihraç ediyor olmasından kaynaklanabileceği gündem konusu olmuyor? Türkiye'nin ne gibi ürünlerde mukayeseli avantajı olduğu tartışma konusu yapılmamaya devam ediliyor? Niçin, Türkiye’de ekonomik politikaların modernleşme - sanayileşme - ‘prestijli’ ürünler üretme prensibine dayanması faturasının cari açık olup olmadığı incelenmiyor? Niçin, ‘yerli otomobil’ için ‘babayiğit’ arayışı örneğinde olduğu gibi, bu saplantı hâlâ devam ediyor?
Türkiyenin ekilebilir arazisinin 1/28’ine sahip olan Hollanda’nın dünyanın 3. tarım ihracatçısı ülke olduğunu öğrenmek, bu ülkenin dünyada ihraç edilen domateslerin yüzde 25’ten, salatalık ve biberin 1/3’ünden sorumlu olduğunu (hayvancılık ürünlerinden bahsetmeyeceğim bile), ülkenin dış ticaret fazlasının bulunduğunu ve bu fazlanın yüzde 40-60'ının tarım ürünleri kaynaklı olduğunu belirlemek ne kadar zor olabilir?
Churchill’in hepimizin bildiği meşhur “İngiltere'nin dostları yoktur, düşmanları yoktur, İngiltere’nin çıkarları vardır” prensibi ekonomiler için de geçerli. Hiçbir ülkenin gurur verdiği düşünülen belirli sektörleri göklere çıkarma, ‘geri kalmışlığın’ simgesi olduğu düşünülen bazı sektörleri hor görme lüksü olamaz. Ekonomi bilimi, her ülkenin karşılaştırmalı avantajı olan ürünlere odaklanması gerektiğini yıllarca önce göstermiştir. Bir başka yazımda(http://t24.com.tr/yazi/cari-acik-problemine-yapisal-bir-cozum-onerisi/6305 ) detaylı olarak açıkladığım gibi benim görüşümce Türkiyenin 4 alanda mukayeseli avantajı var: Tarım, lojistik, yüksek katma değerli ürünler ve (yaygın olarak bilindiği gibi) turizm. Üstelik söz konusu bu 4 alanın dış ticaretin ötesinde ekonomi için çok olumlu olan başka yönleri de var.
Cari açık konusunda endişe duyulmamış olmasının bir nedeni, açığın finansmanının geçmişte ‘problem’ yaratmamış olması olabilir. Ancak, bu konuda vurgulanması gereken 3 nokta var:
1. Ekonomik politikadan sorumlu olan yöneticilerin küresel konjonktürün değişmeyeceği varsayımıyla davranması affedilemez.
2. Bu noktaya bağlı olan bir başka konu ise, yaygın olarak inanılan yanlış bir düşüncenin varlığı: Bu dizinin ikinci bölümünde vurguladığım gibi, belirli bir yıl için bir ülkenin dış finansman ihtiyacı o senenin cari açığına eşit değildir. Türkiye gibi kronik cari açığı olan bir ülkenin dış finansman ihtiyacı o senenin cari açığından epeyce daha yüksek olur. Biraz optimistik olsa da Türkiyenin Haziran 2013 – Haziran 2014 dönemi cari açığının 60 milyar olacağını varsayalım. Ülkenin tabii ki bu açığı finanse etmesi gerekecek. Ancak ülkenin aynı 12 aylık dönemde, bir de vadesi dolacak olan 165 milyar dolarlık borcu var. Dolayısıyla, ülkenin söz konusu 12 ay dönemi için geçerli olan dış finansman ihtiyacı 225 milyar dolar oluyor. Bir bakıma, herhangi bir yılın dış finansman ihtiyacının, o senenin cari açığı artı geçmişteki cari açıklarının finansmanı için kullanmış olduğu kredilerin vadesi dolan miktarının toplamına eşit olduğu şeklinde düşünebiliriz. Bu demek oluyor ki, küresel finansman koşullarının değişmeyeceğini varsaymak ekonomiler için çok tehlikeli bir durum yaratabilir.
3. Türkiye, kalitesi düşük olan (cari açık yaratan) bir büyüme politikası uygulamasına ek olarak, cari açığın finansmanı için de düşük kaliteli finansman kaynakları kullanmakta. Daha önce bahsettiğim gibi, ülke, sağlıklı finansman kaynaklarını temsil eden doğrudan yatırımlar ve tasarruflar konusunda sınıfta kalmıştır. Bu iki kaynağı ‘sağlıklı’ yapan özellik, söz konusu kaynakların yukardaki 165 milyar dolarlık bir ‘borç mirası’ yaratmaması oluyor.
Tabii ki ülkenin en büyük problemi, yukardaki 225 milyar doları nereden/nasıl bulacak olması. Fed politikasında yakında gerçekleşecek değişiklik, faiz lobisi – komplo teorileri retoriği, DNA’sı ürkek düşük kaliteli finsansman kaynaklarının kullanımı ile birleştirildiğinde, umarım neden senelerdir dış finansman konusunu ekonominin en önemli kırılganlık kaynağı olarak görmüş olmamı açıklıyor.
Dış finansman probleminin yan etkileri: Enflasyon
Malesef, ülkeyi yine dış finansmanın yarattığı başka problemler de bekliyor. Bunlardan birisi enflasyon konusu: Döviz değerlerindeki artışın ithal ürünleri fiyatları kanalıyla enflasyon yaratıcı yönü de var. Nitekim TCMB’nin bir çalışması döviz değerlerinde her yüzde 1’lik artışın istatistiki olarak enflasyona yüzde 0.15 katkısı olduğunu tahmin ediyor.
Dış finansman, büyüme, bütçe açığı
Yine dış finansman probleminin yarattığı bir başka yan problem de faizlerle ilgili. Faiz artışları TCMB tarafından da gerçekleştirilse, yatırımcı davranışlarından da kaynaklansa (enflasyon beklentileri ya da reel faizler kanalıyla), normal olarak büyümeyi olumsuz olarak etkiler. Daha önceki bir yazımda, Türkiye'nin büyümesinin iç talep kaynaklı olduğu gerçeğiyle dolaylı vergiler ağırlıklı bir vergi sisteminin olmasının bir araya gelmesinin pro konjonktürel bir ortam yaratmakta olduğundan bahsetmiştim. Bu durum geçmişte büyüme konulu olarak mali ve cari açık arasında bir takas olması sonucunu yaratmaktaydı. Büyüme yüksek hızlı olduğunda cari açık yüksek olurdu. Ancak, bu kötü tablonun güler yüzü, büyüme iç talep kaynaklı olduğu için, tüketimdeki artış dolaylı vergi tahsilatlarını çoğaltarak bütçe açığı açısından sağlıklı bir durum yaratırdı (her ekonomide olduğu gibi Türkiye ekonomisinde de iç talebin en önemli parçasını tüketim oluşturur). Korkarım, bu takas durumu yakın gelecek için geçerli olmayacak ve hem cari açık, hem de bütçe açığının bir arada oluştuğu bir ortam gündeme gelecek.
Küresel kırılganlıklar ve Türkiye ekonomisine etkisi
Tabii bir de, küresel boyutlu kırılganlıklar söz konusu. Diyelim, Avro problemlerinin tekrar gündeme gelmesinin tetikleyeceği bir küresel kriz oluştu. Böyle bir durum, tutsat krizinin aksine gelişmiş ülke merkez bankalarını cephanelerinin tükenmiş olduğu bir durumda yakalayacak olduğundan (faizlerin zaten neredeyse ‘sıfır’ olması), tüm ekonomiler için, çok tehlikeli bir durum yaratacak.
Malesef, böyle bir olasılık Türkiye ekonomisini başka ülke ekonomilerine oranla çok daha şiddetli bir şekilde etkileme potansiyeline sahip. Bunun çeşitli nedenleri var: Hem şirketler açısından, hem de bireysel düzeyde Türkiye ekonomisinin kredi kullanımı (mali kaldıraç) yüksek seviyede. Tabii, şirketlerin ayrıca yüksek seviyede döviz kredisi kullanmalarından kaynaklanan kur riskleri de var. Nitekim, döviz değerleri artmaya devam etmese bile, korkarım, son 3 ayın döviz değer artışları şimdi bile şirket bilançolarında önemli derecede hasarlar yaratmış durumda.
Malesef bir başka olumsuz durum, 2008-2009 krizinin aksine, olası bir kriz bu defa finansal sektörü de etkileyebilir (aslında, finansal sektör küresel bir kriz gerçekleşmese bile etkilenebilir). Döviz kredilerinin yabancı bankaların problemi olduğu izlenimi gerçekleri yansıtmıyor. Türkiye finansal sektörünün kredi hacmiin takriben yüzde35’ini döviz kredileri oluşturuyor. Bu duruma çok yüksek bir hızla artmış olan TL bazlı bireysel ve şirket kredileri de eklendiğinde (ek olarak, ayrıca, bir de bir konut balonu oluşmuş olması ihtimali nazarı dikkate alınırsa), ekonomiyi potansiyel olarak çok zor günlerin beklediği ortaya çıkıyor.
Yunanistan, onur kırıcı şartları kabul ettikten sonra bile sadece ve geçici olarak ‘direkten dönmüş’ olacak
'Ҫılgınlığın bir tanımı, aynı şeyleri yapmaya rağmen, değişik sonuҫlar beklemektir'
Avrupalı olma kavramı, Amerikalı olma kavramına kıyasla pamuk ipliği kuvvetindedir
© Tüm hakları saklıdır.