Festivalin sonuna geldik nihayet. Bugün Eleştirmenlerin (FIPRESCI) ve Kiliseler Birliği’nin ödülleri açıklandı. Pazar akşamı ise Altın Palmiye’nin ve diğer ödüllerin sahipleri belli olacak. 19 filmin yarıştığı uluslararası yarışmada tüm filmleri geride bırakan, kesin favori diyebileceğim tek bir film yok. Ama, ‘iyi’ filmlerin sayısı epeyce fazla.
Festivalde, günlük yayımlanan çok sayıda dergi vardır. O gün gösterilecek filmleri tanıtan ve bir önceki günün filmlerini değerlendiren yazılar içeren... Birçoğunda dünya eleştirmenlerinin filmlere verdiği ‘yıldız’ların yer aldığı tablolar yayımlanır her gün... Uzun zamandır, eleştirmenlerin bu denli farklı görüşlere savrulduğunu görmemiştim. Neredeyse tek bir film yok herkesin- bırakın herkesi, çoğunluğun- üzerinde hemfikir olduğu. Birinin ‘Palmiye’ ya da dört yıldız verdiğini, diğerinin tek yıldız verdiğini görebiliyoruz.
Geçen yıl, eleştirmenlerin büyük çoğunluğu aynı filmi beğenmişti. Benim de içinde olduğum Uluslararası Sinema Yazarları örgütü, FIPRESCI jürisi resmi yarışma dalındaki ödülünü bu filme verdiğinde, genel bir kabulle karşılanmıştı. Ama Uluslararası Jüri’nin kararları açıklandığında bu filme tek bir ödül bile gitmediğini görmüştük. Sonradan ‘Avrupa Film Ödülü’ dahil, pek çok ödülün sahibi olan Maren Ade’nin “Tony Erdman”ınından bahsediyorum...
Bugün açıklanan FIPRESCI Ödülü, her ne kadar birçok eleştirmenin ortak beğenisini yansıtsa da, bence duygusal bir tercihin sonucu. Bir aşk hikayesinin arka planında, 90'lı yılların Paris’inde LBGT eylemcilerinin mücadelesine odaklanan ama sinemasal bir heyecan içermeyen “Dakikada 120 Kalp Atışı”, Fas asıllı Fransız yönetmen Robin Campillo’nun imzasını taşıyor. Bakalım Büyük Jüri nasıl değerlendirecek bu filmi?
Açıklanan diğer ödüle ise hiçbir itirazım yok. Japon kadın yönetmen Naomi Kawase’nin insancıl bir mesajı, incelikli, şiirsel bir dille aktaran “Hikari - Radiance” (Işıma) adlı filmi Kiliseler Birliği Jürisi’nin (Jury Ecumenical) özel ödülünün sahibi oldu.
Derdi olanlar ve olmayanlar
İki yönetmen de, sinema yoluyla bir şeyler anlatmak üzere yola çıkmışlardı. Benim için bu bile yeterli. Çünkü, salt biçim arayışı için yapılmış filmler de vardı. ‘Genre’ (tür) filmlerine yeni bir ruh, yeni bir biçem kazandırmaya çalışmak dışında başka kaygıları olmayan.
Amerikan yapımlarının çoğunlukla başvurduğu bir yöntemdir bu. Son moda da, türler arasında yolculuk yapmak, farklı türleri iç içe sunmak... Bu yıl izlediğimiz Amerikan yapımlarını, Todd Haynes’in “Wonderstruck”ı, Benny ve Josh Safdie kardeşlerin “Good Time”ı, Noah Baumbach’ın “Meyerowitz Öyküleri” ve Sofia Coppola’nın “The Beguiled”ini göz önüne alırsak, çoğunluğunun yenilikçi bir sinema dili dışında bir kaygısı yokmuş gibi geldi bana. Coppola ise, daha önce Don Siegel’in uyarladığı bir romana farklı bir bakış açısıyla yaklaşmış, öyküyü kadınların gözünden anlatmış. Feminist yazarların bile bunu yeterli görmediğini söyleyebilirim.
Avrupa sinemasında ise, biçem arayışlarının yanısıra, sağlam bir temaya odaklanmış filmler vardı. ‘Sanat ve deneme sineması’nın tuzaklarına düşmeden bu iki yaklaşımı buluşturabilen filmler de... Entellektüalizm, ‘sanat sinemsı’nın en önemli tuzaklarından biri. Seyircinin kavramakta zorlanacağı metaforlar, alegorilerle bir şey anlatmaya kalkışmak... Çoğu kez, anlatılan önemli bir şey yoktur, bunu saklamanın en iyi yolu da, basın toplantısında “Filmi çözümlemek seyircinin işidir. Ben postacı değilim ki mesaj taşıyayım” demekten geçer! Siyasal temalara değinmek risklidir, genellemelere ve ‘büyük’ sözlere sığınıp, bu riski bertaraf edebilirsiniz... Ama, riskleri göze alabilenler de vardır her zaman. Benim sevdiğim yönetmenler işte bu gruptandır.
Dünyanın halleri
Bu yıl, Cannes’ın resmi programının ana yarışma bölümünde bu yıl siyasal temalara doğrudan eğilen filmler yok denecek kadar azdı. Ama, uluslararası göçmen krizine değinen filmler önemli bir yer tutuyordu. Bu sorunu bizim kadar yakından yaşamayan ülkeler bile, seyirciyi bu sorun üstüne düşünmeye çağıran filmler yapmışlardı (Michael Haneke’nin “Mutlu Son”u, Kornel Mundruczo’nun “Jüpiter’in Ayı”, İsveçli Ruben Oslund’un “Kare”si). Kimi başarılı, kimi doğru dozu, doğru tonu tutturamamış filmler (film de yemek gibi değil midir, tuzunu, biberini dozunda tutmak gerekmez mi? Ateşte fazla bıralırsanız yanıp gitmez mi?)...
Dünyanın en önemli güncel sorunu olan terörizm ise, Türkiye asıllı yönetmen Fatih Akın’ın “In the Fade”(Karartma diye çevirebiliriz belki; Fatih’e sorduğumda Türkçe adı henüz belli değil dedi) filmine konu olmuştu. Yönetmen, teröristlerin (Neo-Naziler) kimliği üzerine odaklanmak yerine, kocası ve çocuğu öldürülen Alman kadının acısını anlatmayı seçmişti. Diane Kruger’in oyunu, Rainer Klausman’ın görüntüleri ve ‘Queens of the Stone Age’in müzilerinin filmin başarısında önemli rolü vardı.
Festivalin yan bölümlerinden ‘Belirli Bir Bakış’ın yanısıra Yarışma dışı özel gösterilerde dünyanın dört bir yanındaki acılara değinen filmler vardı: Sri Lanka’dan (Bağımsızlık için savaşan Tamil gerillalarının terörizme tutsak olmalarını anlatan Jude Ratnam’ın “Cennetteki Şeytanlar”) Kızey Kore’ye, Britanya’dan (Vaness Redgrave’in “Deniz Acısı”), Latin Amerika’ya (Inarrutu’nun “Et ve Toprak”ı)... ABD’nin eski Başkan Yardımcısı Al Gore’un çevre felaketine karşı çabalarını konu alan, Bonni Cohen ve Jon Shenk’in “Rahatsız edici bir devam filmi: Gerçekten Güce”), yaşlamsal bir soruna parmak basan bir belgeseldi.
Bizden yansımalar
Türkiye’den tek bir yapıt var festivalin resmi programında: ‘Cannes Klasikleri’ bölümünde yeni bir versiyonu - Yılmaz Güney’in kurguda çıkarttığı bir bölümün filmin İsviçreli yapımcısı tarafından eklenmiş hali – gösterilen “Yol”(Kaçırdığım için yorum yapamayacağım bu yeni versiyon hakkında). Fransız yönetmen Tony Gatlif’in özel gösteriler kapsamında sunulan son filmi “Djam” de, göçmen sorununa müzik aracılığı ile yorum getiriyordu. Türkiye ve Yunanistan’da geçen, insani mesajlarla yüklü sıcacık bir film... Bu filmin Türkiye’den bir ortak yapımcısı olduğunu belirtmeden geçmeyelim.
Dünyanın dört bir yanından sinemacılar dünyanın gidişine ilişkin kaygılarını beyazperdeye yansıtırken, bizim sinemacıların sağır-dilsizi oynamasına ne demeli bilemiyorum...Romantik komedilerle, korku filmleriyle para kazanma kaygısını ön planda tutan sinemacılarımızın “boşvermişim dünyaya” tavrının yanısıra, nitelikli film yapma çabasındaki yönetmenlerimizin ‘kara liste’de oldukları için destek alamamalarının bir sonucu olabilir mi sinemammızın festivalde görünmemesi; yoksa beş-on yıl önce Avrupa’nın yükselen sinemaları arasında sayılan sinemamızın bir yaratıcılık krizi yaşadığına mı yormalı bunu, bilemiyorum...
Ne Uluslararası Kısa Film Yarışması'nda, ne de dünya sinema okullarında üretilmiş filmlerin yarıştığı Cinefondation bölümünde bizim bir tek filmimiz seçilmemişti ama dünyanın dört bir yanından kısa filmcilerin buluşup, filmlerini pazarladığı Kısa Film Köşesi’ne (Short Film Corner) 30’a yakın filmimizin olması, gelecek için umutlar beslememize neden oluyordu. (Bu noktada Arya Altıoklar ve Kısa Kes Festivali’nin katkılarını anmak isterim). Her zaman olduğu gibi bakanlık destekli bir stand’ımız vardı Film Pazarı’nda. İtalya’da Claudia Cardinale’le İtalya’da bir film çeken bir Türk yönetmen, bir kokteyl verdiler stand’da. Ulusal standımız dışında tek bir firma yer alıyordu Film Pazarı'nda, Ezel Akay ve Erdem Tepegöz’ün projelerinin dünya pazarına sunulduğu bir stand açarak, cesur bir girişimde bulundular. Umarım, girişimleri verimli sonuçlara ulaşır, güzel filmler çıkar ortaya. Belli ki, sanat kaygısı taşıyan sinemacılarımız -bir nebze de olsa- siyasal ortama itirazlarını dile getirmeye kalktıklarında bakanlık desteğinden uzak kalacaklar. Uluslararası ortak yapımlara giderek daha çok ihtiyacımız olacak besbelli.
Ödüller kime gider?
Cinsel politika dışında siyasetle pek ilgisi olmayan Jüri Başkanı Pedro Almodovar’ın tercihleri ne yönde olur, tahmnin etmek çok zor. Bu yüzden ben kendi tercihlerimi yazmakla yetineceğim (Jüri kararlarının bunlarla örtüşmeyeceğini bile bile). Bu yılın En İyileri Haneke’nin “Mutlu Son”u ile Zvyagintsev’in “Sevgisiz”i idi kanımca. Ben olsam, “Sevgisiz”e Alın Palmiye’, “Mutlu Son”un yönetmeni Haneke’ye En İyi yönetmeni verirdim. Hong Sangsoo’nun “Ertesi Gün”üne ‘Grand Prix’, Hazanavicius’un “Redoutable”ına Jüri Ödülü, Ruben Oslund’un “Kare”sine de En İyi Senaryo’ ödülünü...
Oyuncular arasında seçim yapmak daha zor. Çünkü çok sayıda iyi performans var. “Rodin”le Vincent London, “Hiçbir Zaman Burda Olmadın” (You Were Never Really Here)le Joaquim Phoenix, “In the Fade”le Diane Kruger, “Mutlu Son”la Isabelle Huppert ve Jean-Luis Trintignant, “Kutsal Geyiğin Öldürülmesi” ve “The Beguiled” (Büyülenmiş)ile Nicole Garcia, “Redoutable”la Stacy Martin... Bakalım Jüri’nin tercihleri ne yönde olacak?