12 Ekim 2024

Soma’da 10’uncu yıl marşı!

Hem patron ol hem iktidar milletvekili, sonra iki sıfatın da birbirinden güç alarak, işçilere salla, “Boyun eğmeyiz” diye. Onların parmaklarından başka kaybedecekleri bir şey yok, desem siz “İktidarın kestiği parmak acımaz” diyecek kadar pişkin misiniz?

Soma’da 301 işçiyi yok eden maden katliamının 10’uncu yılı “kutlanmaya” devam ediliyor!

Dönemin başbakanı epeydir cumhurbaşkanı.

Dönemin katliamdan sonra yere düşmüş işçiyi tekmeleyen Başbakanlık danışmanı, yurt dışında Türkiye’yi temsil ettikten sonra, TFF kadrosunda sanırım. Türkiye Futbol Federasyonu uygun seçim yapmış, Tekme Federasyonuymuşçasına. Nihayetinde topa tepik, işçiye tekme.

Dönemin maden sahibi özgür.

Dönemin başka işçileri, hatta sonradan maden işçisi olmuş olanlar, köle.

Bir de madenci milletvekili, hem Fernas işçilerinin patronu hem iktidar milletvekili.

Siz unuttuysanız, istismar veya sömürü deyin, o unutmuyor. Sadece “artık değer” sömürüsü değil; kölelik şartları da. Bir de “hem siyaset yaparım hem sermaye katlarım” düzeni.

İyi birisi gibiydi, salgın dönemine geldi, en azından pek kimseyi azarlamıyordu ama eski Sağlık Bakanı Koca mesela hastane sahibiydi. Turizm bakanı turizmin en cevval patronlarından biri seçilmiş, henüz bakanken tatil köylerini büyütmüş, sınıf bile atlatmıştı. Köylünün köyleri değil, tatil köyleri!

Nebati Bey’i unuttunuz mu? Ekonomiden sorumlu tekstil patronuydu. Hep böyle böyle “işinin ehli” kişiler “işimizi gören ve işimizi bitiren” mevkilerde dolanıp durdular. Sonra Saray çevrelerinden “etik” dersi veriliyor millete, ki buna da şükran borçluyuz!

Soma’daki Fernas işçilerinin halini Çiğdem Toker’in T24’teki son yazısından okuyabilirsiniz. “Bir daha 301 olmasın” diye yürüdüler, o köle şartlarının maden işçileri. Onlar Ankara’da AKP milletvekilleriyle görüşürken patron da zaten AKP’liydi. Dertlerini anlamıştır mebuslar!

Patron milletvekili dedi ki “Bize parmak sallıyorlar. Biz o parmağa boyun eğmeyiz!” Sanırsın ki devrimci, direnişçi patron! Fabrikaları tarlaları da istiyor, “bizim olacak” diye! Başka parmağa boyun eğmişsin zaten. N’olur azıcık da işçiler sallasa parmaklarını; nasırlaşmış, kömürü belirgin, ‘ömür’ü belirsiz, ölümleri avuçlarının içinde elleri mi rahatsız ediyor?

Patronun sadece madeni yok. Milletvekili haliyle kamu ihaleleri, otoyol parçaları filan da alıyor. Nasıl oluyor? Neden böyle oluyor? Çünkü bu denge çoktan oluşmuş. Siyaset ve para çarkını aynı anda döndürüyorlar. Bir, kayırdıkları büyük patronlar var. Besleniyor ve besliyorlar. İki, ayırdıkları ve siyasete soktukları patronlar var. Parmak çocuk yapıyorlar.

Soma’da 301’in 10’uncu yılı, Soma’da işçilerin köle şartlarında çalıştığı bir madenin patronu da olan iktidar milletvekiliyle tam “10’uncu yıl marşı” olmuş. 10 yılda 10 savaşta işçiler yenik! Patroncu iktidar ile iktidar patronları ise, açık alın olmasa bile, çıktıkça çıkıyorlar.

Hakikaten 10 yılda 15 milyon genci yeni baştan yaratmış olabilirler; çoğu işsiz, umutsuz, geleceksiz. Bir kısmı katillerin kurbanı, bir kısmı katil de olabiliyor. Bir kısmı intihar eşiğinde, bir kısmı çoktan veda etmiş. Bir kısmı trolleşmiş, bir kısmı yırtmış, bir kısmı ülkeyi terk peşinde. Bir kısmı ne iş olsa yapıyor, bir kısmı köleliğe razı, bir kısmı direnince kırılıyor.

Hakikaten demir ağlarla örülü anayurt dört baştan yahut tek baştan. Çit olabilir demir, bina temeli olabilir, tabii hızlı tren de vardır arkasında onca can bırakan, kıyılara dikilen beton demirleri olabilir, ellere dillere bağlanmış zincirler de. 301 kişi daha ölmeden Fernas haberini, yazısını, işçilerin yazgısını umursamayan sen, ben, onun kendi yüreğini zincirlemiş hali de olabilir!

Kısa keseyim: Gerçekten durmak yaraşmamış bu düzenin ağalarına. Hem patron ol hem iktidar milletvekili, sonra iki sıfatın da birbirinden güç alarak, işçilere salla, “Boyun eğmeyiz” diye. Siz boyun eğenlersiniz ve o itaat-biat zincirlerinizi dönüp alttakilere, işçilere sallıyorsunuz. Onların parmaklarından başka kaybedecekleri bir şey yok, desem siz “İktidarın kestiği parmak acımaz” diyecek kadar pişkin misiniz?

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

Yazarın Diğer Yazıları

Büyük devletlerin küçük insanları!

Ülken ve insanların bin türlü acı çekiyorsa, o acının sorumluluğunu ve vicdan yükünü yüklenmezsen, hafiflemiyorsun; tarihe (sadece) “büyük liderler, büyük devletler” olarak değil, “büyük acılar” olarak yazılıyorsun, kazınıyorsun

Elimine oldu gitti!

Türkiye Cumhuriyeti’nin “seçilmiş” başbakanlığını yapan, halkın oyuyla onurlandırılan, kendi yaptığı anayasayla da olsa, üçüncü dönemdir halk oyuyla seçilmiş cumhurbaşkanı olan Erdoğan, keşke Esad’ın gidişi üstüne “İki lider kaldı, diğerleri elimine” demeseydi. Kendini onların yanına kendi diliyle koymasaydı!

Müsebbip!

Hiçbir canlı bu ülkede güvende, özgür, huzurlu değilken; “oy almışlar da, belediye kazanmışlar da, müsebbibi biziz”miş! Bir de bunun üstüne “Ekonomik sıkıntıları geride bıraktık. Kara günler geride kaldı” gelmez mi! Sanki ekonomik sıkıntıların, kara günlerin müsebbibi biziz!

"
"