08 Ekim 2024

Kadının adı var, o da bütün bunlara isyan!

Bu ülkenin ve halkın aklı, akıl sağlığı, ortak vicdanı, hukuku bir sıçrama yapacaksa, sınıfsal mücadele bir yana, "kadın isyanı"ndan geçiyor

Bir baba İstanbul’da asker olan oğlu eğitimde komutan zorlaması sonucu öldükten sonra uçakla, tabut içinde memleketine getirilince adeta şükretmiş, "Evladımın cenazesi sağ salim geldi" demişti.

Bir anne, kızı ne yapacağını bile ilan etmiş bir cani tarafından başı kesilerek, parçalanarak öldürüldüğünde "Çok acı çekmiştir kızım, keşke kurşunla öldürselerdi" dedi.

Buyrun ülkeniz, buyrun düzeniniz, buyrun sokak köpeklerine bile savaş açtığınız "milletin ve sokakların güvenliği." Anneleri babaları, evlatlarının gencecik yaşta ölümünde, katlinde bile bir teselli bulmaya, istemeye sürükleyen vahşet diyarınız.

İstedikleri bir de bu: Neredeyse teşekkür, hemen tevekkül, kabullenme, biat, itaat. Oysa mesela Berkin Elvan’ın annesi çocuğunun öldürülüşüne isyan ettiğinde böyle olmuyor. Meydanlarda "linç ahalisi" haline getirilen bir kitlenin önüne atılıyor, onlara yuhalatılıyor.

Püf noktası bu: Evlatlarınız için isyan ederseniz, bu onları ürkütüyor, ayarlarını bozuyor. Narin gibi evlatlar için isyan ederseniz, tırnaklarını kemiriyor olmalılar. Çünkü esasında en büyük deprem bu isyanın yayılma ihtimali.

Ne soracaksın, ne isyan edeceksin, ne parmağını bu canilik silsilesine doğrultacaksın. Hele kadınların, annelerin isyanı. Kabul edecekleri şey değil! Çünkü zaten bütün ayarları, kadını bastırmak, kızları sindirmek, çocuklara boyun eğdirmek üzere yapıyorlar.

Sadece bu değil tabii. "Güçsüz" görünene, öyle kabul edilene boyun eğdirmek sadece kocaman iktidarın, muktedirlerin işi değil; piramit aşağıya doğru iniyor. Kendi de hayat, amir, patron ve benzerleri karşısında "güçsüz" olan erkeklerin birçoğu, ilk güçsüz gördüğüne saldırıyor.

Bu etnik nefret de olabilir, kadını aşağılamak, aşağı görmek de. Bu toplumsal cinsiyet çeşitliliklerine öfke de olabilir, onları aşağılık görmek de. Bu sınıfsal da olabilir…

İşte orada duruyoruz Marx. Belki Jenny Marx daha iyi anlar! Çünkü şöyle bir problemimiz var: Sınıfsal istismar, baskı, aşağılama, hor görme, baskı düzeninin ana alt başlığı, hele bizim gibi coğrafyalarda, kadını "sınıflar ötesi" veya "sınıflar arası" en altta görmek. Elbette bunun istisnası olanlar var:

İlki, sınıfsal olarak kendini üstte gören ve başka erkekler ile kadınları küçük, hor, aşağı görebilmek için oradan beslenebilen kadınlar.
İkincisi, sınıfsal olarak altta olsalar da erkeği, babalarını, kocalarını, çocuklarını ve ille de "erkek ve erkekçi iktidarı" ve bir de dini kuşatma ve baskıları mutlak otorite kabullenmiş, boyun eğmiş, bir taraftan da bu lanet hiyerarşiyi besleyen, yeniden üreten, büyüten kadınlar; anneler, eşler.

Üçüncüsü başka, bambaşka: Bütün bunlara ruhunda, aklında, sözünde, sesinde, umutlarında, acılarında isyan edebilen kadınlar. En sessizlerinden başlayarak hatta; kendilerine kıymayacaklarsa her biçimde, bir gün o isyana katılacaklarını umarak.

O yüzden, yıllar önce de yazdığım gibi, bu ülkenin en çok ezileni tabii ki, en yoksul bölgelerin en yoksul ve yoksun kadınları ise de; bölgeler ötesi, sınıfları da aşarak bir "erkek otorite ve baskısı sorunu" bir bakıma sınıf mücadelesini de aşabiliyor. Daha doğru, bizzat o mücadelenin ana ekseni olabiliyor.

Çünkü mesele sadece sınıfını bilmek değil bir erkek için; haddini de bilmek! Saygı bekliyorsan hayatına, bu saygıyı en yakınındakilerden, bilhassa aşağıda görebildiğin kadınlardan başlayarak, göstermesini de bilebilmek. Yani aşağıda görmemeyi sindirebilmek. Her manada sindirebilmek.

Ne var ki din, milliyet, aile gibi kimlikler; cemaat gibi aidiyetler; okul, askerlik, devlet, işyeri gibi kurumların özü otorite, kuşatma, özgürlükleri ve aklı, kalbi, hayatı, hayalleri, umutları baskı altında tutmak.

Bu "hastalık ve salgın" bu nevi "laboratuvarlar"da yeniden yeniden üretiliyor, hele bu nevi iktidar ve otoriteler varsa, ki hem de nasıl var; durmadan durmadan toplumun damarlarına zerk ediliyor.

Genç bir kızın, üstelik onca kez uyarılmışken "devlet birimleri" başı kesildiği sırada, iktidar ortamlarının tamamen kadınların bedenini, anneliklerini, sağlıklarını ilgilendiren "sezaryen" seferberliğinde olması bu yüzden.

Narin’in ailece ve adeta siyaseten de katledilmesine dair Meclis önergesini pişkince reddedişleri bu yüzden. Eğitimi ve aileyi daha da zapturatp altında tutacak onca niyetleri de yapıp ettikleri de o yüzden.

İktidar ile dini karıştırıp karıştırıp fetvalara sarılmaları o yüzden.

O yüzden, sürü halinde "fiziksel şiddet ve cinayet" suçlularının "eli kolu serbest" kalması ama sözüyle, sesiyle isyanını dile getiren bir kadının, tabii erkeğin de, hemen baskıyla, cezayla susturulması.

Kendilerini, kendi çocuklarını korumak, kollamak için bir "düzen" kurdular; orada kadının, çocukların bırakın "adı"nı, güvenliği de ama insan olma hakkı bile sınırlı, kısıtlı, mengeneler arasında.

Ne işçilerin işyerlerinde katledilmesinin araştırılmasını, ne asker intiharlarının soruşturulmasını, ne kadın cinayetlerinin katliama dönüşmesini, ne çocuk evliliklerine cevaz verilmesini, ne çocukların her bakımdan ezilmesindeki "rıza" bahanelerini "soru" olarak bile kabul etmeye niyetleri oldu. Onlar için alttakilerin, hatta gençlerin, çocukların hayatı ve bedeni de, toprağın, kıyıların vücudu da, kamusal kaynakların, kamunun yani milletin varlıklarının gaspı da tartışılacak bir mesele bile olmamalı! Hepsi onların, hepsi onlara ait, hepsine el koyabilirler; temerküz edebilir, manen tecavüz edebilirler, maddeten hükmedebilirler!

Bu ülkenin ve halkın aklı, akıl sağlığı, ortak vicdanı, hukuku bir sıçrama yapacaksa, sınıfsal mücadele bir yana, "kadın isyanı"ndan geçiyor. Hem sınıfsal olarak, kadın emeğinin, en plazalısından en kırsalına, işyerinden "ev"e kadar en çok ezilmesinden ötürü; hem eğitimde, toplumsal hayatta ikinci sınıf görülmesinden ve şiddetlendirilmesinden ötürü; hem kadınların kolayca katledilmesini kışkırtan bu aşağılama, nefret ve şiddet ayazından, karanlığından ötürü.

Kadınlar koca, baba, evlat, artık neyse; "erkek şiddeti"ne savaş açacak ve onlar gibi düşünen, mücadele edebilecek, bu aşağılama silsilesini reddetmiş erkeklerle de birlikte. Güvenlik, eşitlik, hak talepleri birleşecek. Korktukları bu. Çünkü bu çok gerçek. Bunu bir isyana dönüştürmeyip din, kültür, toplumsal alışkanlık, gelenek veya korku yüzünden kabullenmiş kadınlar için de bu hakikat çünkü. Özgür olmamayı kabullenmek başka; özgür olmadığını bilmek, hissetmek, görmek başka. Mesele o bilginin, o hissiyatın, o hayatın, o gerçeğin "kabullenme, dayatma, zorlama, baskı, şiddet duvarları"na meydan okuyabilmesi.

Türkiye’nin önündeki en büyük vicdan, bilinç, mücadele, isyan meselesi bu. "Ezilenler"in ezilenlerle ittifakı. Onları müttefik görebilmesi; aklını, kalbini, özlemini "dost" sayabilmesi. Bu en zor görünen yerde en çok mümkün. Yani kadın öfkesinde, kadın isyanında. Ve her alanda, her fırsatta. Narin katledilmeden de, İkbal paramparça edilmeden de.

Fakat ne yapmışlar? Kırmızılar giyinip poz vermişler! Size kırmızı bile yakışmıyor!
"Kadın isyanı" kendilerini kan kırmızı bir cendere içinde tutanların en büyük siyasi-toplumsal tedirginliği olmalı!

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

Yazarın Diğer Yazıları

Varoluşun ve unutuşun, unutuluşun tefekkürü!

“Nostalji” esasen düne değil, galiba bugüne dair. Geçmiş bugünde ne kadarcık kaldıysa. Bazen, hatırınıza geldiğinde, çoktan hatıra olmuştur bile!

Nedense… Çok sıkıntılı!

Geçim şartlarını, düğün şartnamelerini, iş ve işsizlik felaketini, ücret ve maaş sefaletini, kira faciasını biliyorsunuz. Sizin aklınıza geliyor. Ama kiminin aklına gelmiyor bile “nedense.” Sorumluluk “beğenmemek” oluyor; sorumlu da gençler

Büyük devletlerin küçük insanları!

Ülken ve insanların bin türlü acı çekiyorsa, o acının sorumluluğunu ve vicdan yükünü yüklenmezsen, hafiflemiyorsun; tarihe (sadece) “büyük liderler, büyük devletler” olarak değil, “büyük acılar” olarak yazılıyorsun, kazınıyorsun

"
"