14 Ekim 2024

1 büyüktür 193'ten!

Şımarıklık, küstahlık, vurdumduymazlık, başkalarına hayat tanımayan kibir ve ırkçılığa uzanan “nefret ve şiddet” boşuna palazlanmıyor!

İsrail’in, daha doğrusu İsrail devleti, hükümeti ile onların kafasındaki ahalisinin “ırkçılığı” ve “soykırım”a varan katliamcılığını besleyen kibir, sonunda Birleşmiş Milletler’e de, kapısını kırıp tankla girdi.

Lübnan’daki BM Barış Gücü’ne “saldırı” Gazze’de 50 bine yaklaşan ölü sayısının yanında 10 kadar yaralı ile bir şey değil elbette, ama onu öyle ölçmeyeceğiz.

Bu “saldırı” İsrail şımarıklığının, kibrinin dünyaya meydan okumasında yeni bir safha. Tabii “bütün dünya” değil. Onca destekçisi, eşlikçisi, şakşakçısı, hamisi, abisi, “kan ortağı” varken elbet bütün dünya değil. Ama Birleşmiş Milletler “eli kolu bağlı dünya” olsa da, simgesel olarak bütün dünya.

O dünyada 193 üye devlet var. O dünya 5 adet “büyük”ün kontrolünde olsa bile. İşte İsrail buna meydan okuyor. Şımarık, kibirli ve nihayetinde “ırkçı” bir devletin meydan okuması. Tarihi olarak da bir sürü bakımdan çok farklı olsa da, Hitler’in, Nazilerin dünyaya meydan okuması gibi.

“Gibi!” Aynı zamanda tarihin acı bir ironisi. Nazilerin soykırımına maruz kalmış bir halkın temsilcileri bu “gibi”nin zalim tarafı epeydir.

Bütün sosyal bilimler bir araya gelse, hepsi “kurbanın cellada dönüşmesi”nin kalın kitabına yazacak çok şey bulur. Başına gelen büyük felakete; ırkından ve hangi ülkede yaşıyorsa yaşasın, oradaki varlığından ötürü maruz kalanların, kısa sürede bunu aynı sebeplerle başkalarına kusmasının adı İsrail. Filistinlilerin kendi yurtlarındaki varlığı bir yana, sığındıkları ve kuşatıldıkları topraklardaki hayat hakkı bile çok geldi İsrail’e. Topraklarını aldı, hayatlarını çaldı, canlarını da.

“Kendi varlığını korumak” meşru bir hak ile başkalarının hayat hakkını gasp etmek arasındaki ince çizgide durur. Varlığını korumak için başkalarının varlığını yok saymak o sınırı geçiştir. İsrail o sınırı Filistin’de on yıllardır geçti zaten. Ne var ki BM Barış Gücü’nü tankla “ezmek” dünya çapında bir sınırın ötesi!

Tabii o dünya “dünya” değil! Gerçekten bir hak ve barış, en azından bu umudun dünyası olsaydı, BM’nin kâğıt üstündeki ilkeleri gibi; “İşgal altındaki topraklar”a dair onca BM kararının peşine düşerdi. Şımarıklık, küstahlık, vurdumduymazlık, başkalarına hayat tanımayan kibir ve ırkçılığa uzanan “nefret ve şiddet” boşuna palazlanmıyor!

Yazarken, bunları daha da sert ifade eden, tavır alan, protesto eden İsraillileri ve dünyanın her tarafındaki Yahudileri de “insanlık onuru” için saygıyla selamlamayı unutmuyorum. Çünkü en zoru onlarınki. Onların vicdanı, din, milliyet, millet, ırk sınırlarının çok ötesinde. Onların sözlerine ve tavırlarına yer verirken, kendi ülkemizdeki ikiyüzlüler ise saygıyı filan hak etmiyor elbette!

Maruz kaldığını içselleştirmek ve kendini hor gören, aşağılayan, sana “ırkçılık” saçan karşısında hissettiklerine rağmen, kendi ülkende ona dönüşmek çok nadir bir şey değil. Misal Almanya’da ya da Avrupa’nın herhangi bir yerinde bunlara maruz kalan “bizimkiler”in kendi ülkelerinin tarihinde de bugününde de etnik nefretle dolu olabilmesi, başkalarını aşağılaması, hor görmesi şaşırtıyor mu! İster dini, ister etnik, ister milli nefret olsun.

Bundan 30 yıl önce Ruanda’da, hani bizim iktidarın yeni gözdelerinden olan Afrika ülkesinde, Hutu’lar kısa sürede 1 milyona yakın Tutsi ile Hutu’ların mutedil olanlarını bile katletmişti. Irk mı? Hem evet hem hayır. Evet, çünkü “ayrı ırk” sayıyorlardı adeta. Hayır, çünkü tamamen aynı ırktandılar. Siyahsa, siyah. Onları böyle ayrı ırkmış gibi bölen, sömürgecilerdi ve sömürgecilikten nefret etseler bile, aynen onların “ayrımcılık” reçetesini benimsemişlerdi.

Çok ayrıntısına girmeden; ABD tarihinde de “siyahın siyaha adeta ırkçılık taslayabildiği” bir örnek vardı. Napolyon tarafından 1803’te ABD’ye satılmadan önce Fransız sömürgesi ya da toprağı sayılan, adını Fransa Kralı14’üncü Louis’den alan Lousiana’da mesela, terimin etnik anlamıyla “Kreol” sayılan siyahlar nispeten, ama nispeten özgürdü ve onlara göre diğer eyaletlerden, bilhassa Güney’den getirilen “köle zenciler” daha aşağıydı!

“Ezilenler”in ezene dönüşmesi veya ezilirken bile ezen olabilmesi, ister ülke ve devlet sınırlarını aşarak tecelli etsin, ister aynı ülke içinde, her zaman “zalim dünya”yı yeniden yeniden üretiyor. İşyerinde ve hayatta ezilenin, evinde ve her yerde kadını ezebilmeye teşne olabilmesi; milliyeti, dini, etnik aidiyetinden ötürü aşağılanın başkalarından tamamen bu tür kimlikleri yüzünden nefreti de öyle. Ezilenlerin sık sık bir ezene tapması, tapınması da!

O zaman tarihi de “üstünlük” açısından yorumluyorsun; ne kendi tarihindeki kırımları görebiliyorsun, ne bugün kendi ülkende diğer ezilenlerin, aşağılananların duygusunu hissedebiliyorsun.

İsrail devleti, Likud hükümeti ve ırkçı İsrailliler bunun artık tahammül sınırlarını çoktan aşmış en güncel ve en üst örneği. Kimse kendini korumak için çocukları katletmez en azından! Hastaneleri, okulları, sivilleri hedef yapmaz! Zaten topraklarını çaldığı insanların son sığınaklarını da onlara toplu mezar olarak kazmaz! İsrail bunu yapıyor. Toplama kamplarının mazlumları, mağdurları bir halkı onlarca yıldır “toplama kampı”nda katlediyor. Ve BM “Barış” Gücünün üzerine tank sürerek, “savaş” sürterek katliamlarını taçlandırıyor!

Bütün bunlara tepkiniz varsa; masumları ayırmadan, çoluk çocuk hatta, insanların dininden, mezhebinden, ırkından, etnisitesinden ötürü katledilmesini, topraklarından evlerinden sürülmesini belki “ilkesel” olarak değerlendirirsiniz. Tarihi de tarihinizi de. Bunu bir ilke haline getirirseniz, bu ülkenin de bu dünyanın da bir “talihi” olursunuz!

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Büyümez ölü çocuklar, göze görünmez ölüler!

Aile Bakanı olsak, hatta o makamlarda kadın, hatta anne bile olsak, “Her şey parasızlık yüzünden değil” der, görev ifa ederiz. Değiliz ki. Aklımıza, kalbimize, öfkemize sığdırmaya çalışıyoruz, ancak ölü olduktan sonra çocukla

Al sana ‘sınırsız’ internet!

Neden bu kadar sahip çıkıyorlar? Sadece Elon Musk’ın müthiş zekasına hayranlıkla mı? Yoksa henüz Trump başkan bile değilken, misal X’in tam da onun sevdiği türden “yalan haberler ve söylentiler”i yayabilme hızından da ötürü mü?

Tahakküm düzeni, Maçokrasi!

Neden öncelikle kadınlar? Çünkü her yerde, bir biçimde bu manevi ve maddi şiddeti, baskıyı, tahakkümü en çok hisseden onlar

"
"