22 Eylül 2024

Şapkaları çıkartalım

Ben şapkaları çıkarttım… TDK sözlüğünde Nâzım şapkalı geçiyor bugün, ama Âzem’in şapkasını çıkartmış TDK. Nâzım’a saygımdan hem adını şapkalı yazdığı hem de öyle imzaladığı için şapkasız bırakmadım Nâzım’ı hiç. Yılmaz Güney’i bir başka severim. Bugün “artık bırakıyorum, siz de çıkarın şapkaları” dediğim halde, TDK’nin çıkarttığı şapkaya inat, Âzem’in şapkasını geri koyuyorum

1974 yılının unutulmaz filmi: Yılmaz Güney, Melike Demirağ ve Kerim Afşar’lı “Arkadaş…”

Melike (Melike Demirağ) telefona cevap verir:

“Kim dediniz? Azem mi?.. A’nın üstünde şapka mı var? Ne şapkası?.. Haa, şimdi anladım, Âzem… İyi bir şapka mı?”

Melike dışarıda oturan Cemil’e (Kerim Afşar):

“Şapkalı bir arkadaşın seni istiyor, ‘A’nın üstünde şapka varmış.”

Cemil, Âzem diyerek gülümser.

Bu diyalog bir şekilde harflerin üstündeki şapkaları sevdirmişti bana o günlerde…

Yıllar sonra, T24’te yayınlanan “Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü - Börklüce’nin köylünün huzurunda söyledikleri Bedreddin’in kelamı mıydı?” başlıklı, 5 gün süren Bilal Güneş’le yaptığım söyleşiyi yazarken Bilal’le şapkaları epey tartışmıştık. Kontrol için Bilal’e gönderdiğim metinlerdeki şapkalar silinerek geri geliyordu. Yeniden koyuyordum ben şapkaları, Bilal yeniden siliyordu. Sonunda uzun uzun konuştuk. Bir tek, kendisi de öyle yazdığı, imzasını da öyle attığı için Nâzım’daki ‘a’nın üstündeki şapkayı silmedik. Arkadaş filmindeki Âzem gibi, “Nâzım, ‘a’nın üstünde şapka var” oldu o da.

Sonrasında şapkaları çıkartarak yazdım yeni yazılarımı. Bu kez T24’teki editör arkadaşlar, koymadığım şapkaları hatalı yazdığımı düşünüp, eklemeye başladılar benim metinlere. Ben de her keresinde, lütfen benim koymadığım şapkaları düzeltmeyin, diye rica ettim.  Sağ olsunlar, kırmadılar beni, dokunmaz oldular çıkarttığım şapkalara…

Dil Devrimi’nin üzerinden neredeyse yüz yıl geçmiş olacak ama o zamanlarda çözüldüğü zannedilen şapkalı harfler sorunu, tıpkı diğer devrimlere karşı direnişte olduğu gibi, Arapça ve Farsça bilgisi olmayanları bile içine alan geniş bir direniş ittifakının sonucu olarak hala çözülmemiş olarak duruyor.

Hemen bir soru; yukarıdaki paragrafta altını çizip koyu olarak belirttiğim “hala”yı “babasının kız kardeşi” zanneden ve öyle okuyan bir okurun olabileceği düşünülebilir mi?

Şapkalı harflerin Türkçe yazıda, Arapça ve Farsçadan Türkçeye geçmiş bazı kelimelerdeki sesleri göstermek için kullanılması isteniyor. Bunlar “elif (Â)”, “vav (Û)” ve “ye (Î)” harfleri  ile gösterilen seslerdir. Arapçada ve Farsçada bu uzun sesletilen sesler o dilleri müziklendirip dile kendine has bir tat katarken, bu sesleri aynen Arap ve Fars gibi tınlatan bir Türk, doğallığın dışında kimbilir nasıl konuşuyormuş izlenimi verir, adını siz koyun artık.

Bizim neden bir şapka sorunumuz var? Türk Dili Kurumu (TDK), daha işin başında bu sesleri gösteren harflerde şapkanın yazıda gösterilmemesi ve okunuşa bırakılması yönünde bir karar almamış mıydı? 1940 yılında dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Tahsin Banguoğlu’ndan Türkçenin grameri ile ilgili bir kitap yazmasını istemiş, Banguoğlu’nun “Ana hatlarıyla Türk grameri” kılavuz kitabı aynı yıl basılmıştı. Daha sonra 1948-1950 yılları arası Milli Eğitim Bakanı olarak da görev yapan akademisyen, dilbilimci ve siyasetci Tahsin Banguoğlu, genişleterek ve güncelleyerek yeniden yazdığı, 1974’de yayınladığı Türkçenin Grameri kitabında bunu şöyle dile getirmişti: “Alfabede ses çeşitlerinin ayrı veya işaretli harflerle gösterilmesi yazıyı güçleştirir, pratik olmaz. Bunun için okurken ses çeşitlerini belirtme işi söyleyişe bırakılmıştır (laisse a la prononciation).” Banguoğlu’nun iki dönem de TDK başkanlığı yaptığını buraya not edelim. (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar adlı anı kitabında [İletişim Yayınları, 2019], Banguoğlu’nun 1949’da DTCF’deki Solcu hocaların tasfiyesindeki rolü için, onu “düşün gangsteri” olarak niteler. Bunu da geçerken belirtmek istedim.)

Akademisyen, dilbilimci ve siyasetci Tahsin Banguoğlu

Bilal’e dil konusunda saygım büyük. T24’te Börklüce ile ilgili yazı dizisine konuk olan Bilal Güneş iki kere klasik filolog, yani bu ünvanı almak için yalnızca birisinden mezun olmak yeterken, Bilal hem Klasik Latince hem de Klasik Yunanca bölümlerinden mezun olmuş. Ayrıca, gazetecilik mesleğindeki kariyerine 12 Eylül 1980 tarihinde son verilmiş biri. Sonraki yıllarda reklamcılık ve yayıncılık (editörlük) yapmanın yanı sıra, Almanca Öğretmenliği eğitimini de tamamlamış. Bunun dışında orta düzeyde Farsça ve giriş düzeyinde Arapça ve İtalyanca biliyor. Yüksek lisans ve doktora programlarına kabul edilmek için gerekli düzeyde İngilizce de biliyor ve bir ara Fransızcayla da ilgilenmiş. Kısacası, dil konusunda konuşma yetkisi olan biri. Börklüce yazı dizisinde şapkalarımı çıkartmama vesile olan Bilal, konuyu şöyle aktarmıştı o zaman:

“Şapka, yalnızca Arapça ve Farsçadan geçen sözcüklerde gösteriliyor. Şapkayı kullanan Türkçe yazarları, bunu ‘kelimeyi doğru telaffuz etmek’ amacıyla kullandıklarını belirtiyorlar. Arapçada kelimelerin doğru okunmasını sağlamak amacıyla haflerin altına veya üstüne konulan, adına ‘hareke’ denilen bazı işaretler icat edilmiştir. Bu icattan murat, Kur’an’ın doğru okunmasını sağlamaktır, çünkü orijinal Arapça alfabesi Fenike alfabesinden kopyalanmıştır ve aynı şekilde kopyalanmış kardeşi İbranice gibi sesli harflerden mahrumdur. Fenike alfabesini Yunanlar ve Romalılar da MÖ 8. yüzyılda kopyalayarak kendi alfabelerini oluşturmuşlar ve Araplarla İbranilerin akıl edemedikleri sesli harf sorununu en baştan çözerek, yazının kusursuz şekilde, doğru okunmasını sağlamışlardır. Üstelik uzun okunan bazı sesler bu dillerde de vardır; Yunanlar uzun ve kısa /E/ (epsilon ve eta) ile /O/ (omega ve omikron)  sesleri için ayrı harfler icat ederken, Latinler bunu yapmamış ve uzun okunması gereken harflere herhangi bir işaret koymayarak, doğrudan okunuşa bırakmışlardır (Latincenin bu özelliği aynen İtalyancaya da geçmiştir ve söyleyişte vurgulanması gereken sesleri gösteren harflere herhangi bir işaret konmaz; yalnızca kısa sesletilmesi gereken A ve E’nin üzerine aksan konur). Bu iki dil ayrıca aksanlı da okunurlar; Yunanca yazıda aksan gösterilirken, Latince yazıda o da gösterilmez.

“Fenike alfabesi majiskül/miniskül (büyük/küçük) harf çeşitliliğinden mahrum olduğu için, bu alfabeyi kopyalayan Arap ve İbrani alfabeleri de bundan mahrumdur. Yunanca ve Latince başlarda yalnızca majiskül harflerle yazılırken, MS 8. yüzyıl sonları ve 9. yüzyıl başlarında bu dillerde yazılmış eskiçağ klasik eserlerini Arapçaya çevirerek çoğaltan Konstantinopolis’teki tercüman/kopyalayıcılar (müstensihler), Bağdat Halifeliğinden gelen siparişleri yetiştirmeye çalışırken miniskül harfleri icat etmişler, zira majiskül harflerle yazı yazmak uzun sürmekteydi; minüskül harfleri icat ederek yazım işini hızlandırdılar. MÖ 5. yüzyılda yaşamış Sokrates’in herhangi bir yazılı eser bırakmadığını biliyoruz. Kendisine neden yazmadığı sorulduğunda, ‘Yazma hızım düşünme hızıma yetişemiyor.’ cevabını vermiştir. Düşünce hızına yetişecek bir yazı türü yaratmak yerine yazmamayı tercih eden Sokrates’in o zaman savsakladığı işi, önce bu Konstantinopolis müstensihleri gidermeye çalışmış, daha sonra ise MÖ 1. yüzyılda Roma’da yaratılan stenografinin 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında tedricen geliştirilmesiyle düşünce değilse de konuşma hızına yetişen bir yazı tekniği yaratılmıştır. Arapça ve İbranicenin kaderi, bu halkların icadı olan dinlerin liturjik dilleri de olduğu için, adeta dokunulmaz kabul edilmiş ve alfabenin zaaflarının giderilmesi yoluna gidilememiştir; oysa sırf Kur’an doğru okunabilsin diye sonradan harekelerin icat edildiğini bildiğimiz halde, Arapçaya el sürülemeyeceği iddia edilmiştir. Oysa dil yaşayan bir organizmadır ve zaman içinde gelişen Arapça, Kur’an Arapçasından neredeyse tamamen kopmuştur. Kur’an Arapçasını öğrenen birinin bir Arapla konuşabilmesi ya da çağdaş Arapça bir metni okuyup anlayabilmesi mümkün değildir. Arap alfabesinin barındırdığı zaaflar, aynen Farsçaya da geçmiştir. Okuma ve yazmayı öğrenen çocuk ya da yetişkin, kelimelerin nasıl yazılacağını ve seslendirileceğini, bunları bilen birinden öğrenmek zorundadır. Bizim bugün Osmanlıca metinleri okurken karşılaştığımız en büyük sorun, nasıl okunacağını hocalarımızdan öğrenmediğimiz bir sözcüğü nasıl okuyacağımızı bilememektir. Bu yüzden bazı hocaların yaptığı Osmanlıca çevirilerin, daha kıdemli hocalar tarafından “yanlış okumalar var” denilerek eleştirildiğine tanık oluruz. Daha önce yapılmış bazı yanlış çevirilerin en basit örneği, Muhammed sözcüğünün Mehemed, Mehemmed, Mehmed şeklinde yeni yazıya geçirilmiş olmasıdır. Fatih’e Mehmed denildiğini nereden biliyoruz? Belki de babası ona Muhammed adını koymuştu. Nâzım da Destan’da Şerefeddin Yaltkaya’dan bahsederken, muhtemelen alay etmek için, bir yerde ondan ‘Mehemmed Efendi’ diye bahseder. Yine bir başka örnek; Timur, Temir, Temur, Demir, Teymur; hepsi de Arap alfabesiyle yazılmış tek sözcüğün farklı okunuşlarıdır ve bu isimlerin hepsi şu anda kullanımdadır. Senin de bildiğin ve bir keresinde randevulaştığımız Cihangir’deki ‘Firuz Ağa’, aynı harflerle yazıldığı halde ‘Lübnan’ın anası’ meşhur şarkıcı ‘Feyruz Hanım’ olur. Bu örnekleri sayısız miktarda çoğaltabiliriz.”

Bilal, Nâzım Hikmet’in Sovyetler sınırından Türkiye’ye girerken, üzerindeki “Heraklit’e Sesleniş” başlıklı şiirin askerler tarafından bulunup “Her Ekalliyete (Azınlığa) Sesleniş” olarak okunması ve bunun bölücülük propagandası olarak değerlendirilerek tutuklanmasını bu alfabenin zaafına başka bir örnek olarak vermişti o zaman.

Arapçanın bu zaaflarının, Osmanlı bürokratlarının tuttuğu resmi kayıtlarda yanlış okumaya mahal vermemek için, ayrı bir yazı türü olan Divani ya da Siyakat denilen farklı ve özgün bir alfabe geliştirildiğini söylüyor Bilal, “Ayrıca Enver Paşa’nın da yanlış okumaları engellemek için bazı düzeltmeler yaptığı ve bu alfabeye Enveri denildiğini biliyoruz.” diyor ve ekliyor:

“Arap alfabesinden şikayet, 19. yüzyıl Osmanlısı’nda okulların açılıp okur-yazar takımının çoğalmasıyla artmış ve Meşrutiyet yıllarında Latin harflerinin kullanılmasına başlanmıştı. Hariciye Nezareti’nin yazışmalarında daha o zamanlarda Latin harflerini kullandığını biliyoruz.  Döneme ait bazı İstanbul fotoğraflarında, dükkan tabelalarının Latin harfleriyle yazıldığını hatta /Ş/ yerine /SH/ yazıldığını görürüz. (/Ş/ önemlidir, zira /C/’nin altına bir çengel konularak /Ç/’nin üretilmesi gibi, /S/’nin altına da bir çengel konularak /Ş/’nin üretilmesi, Dil Devrimi’nden çok sonraları akıl edilebilmiştir.) Atatürk’ün yaptığı iş, en az elli yıllık bir geçmişi olan alfabenin Latinizasyonu sürecini resmileştirerek noktalamaktan ibarettir. Bunu küçümsemek için değil, işin Osmanlı’da başlayan bir süreç olduğunu belirtmek için söyledim.”

Banguoğlu’nun “Alfabede ses çeşitlerinin ayrı veya işaretli harflerle gösterilmesi yazıyı güçleştirir, pratik olmaz” savı ile ses çeşitlerini belirtme işinin okurken söyleyişe bırakıldığını söylemesi bir rastlantı değil aslında. Bilal, Arapların, Arapçanın doğru okunmasını sağlayan harekeleri, ilkokuldan sonraki eğitim/öğretim seviyelerinde kullanmadıklarının altını çiziyor. “Yetişkinler için yazılmış gazete, dergi ve kitaplarda harekeleri göremezsiniz. Fenike alfabesi, Mısır Hiyeroglifinin geliştirilmiş şekli olup, onun gibi fakat herkes tarafından çizilebilecek sembol şekil (gliff) özelliğine sahipti; dolayısıyla Arap alfabesi de öyle. Araplar yazı değil sembol çizip okuyorlar. O yüzden sık sık yanlış okuma nedeniyle yanlış anlamlandırmalara rastlıyoruz. Arapçanın kutsal bir dil olduğunu kabul edersek, Kur’an’ın Arapça olmasını Allahın Araplara verdiği bir ceza olarak düşünmemiz gerekir; çünkü neredeyse bütün diller zaman içinde değişip reforme olup okur yazarlığı kolaylaşırken, Arap alfabesi Kur’an’ın yazıya geçirildiği tarihten beri değişememekte ve hem Araplar hem de yabancılar için okur yazarlığı çok zor öğrenilen bir dil özelliğini korumaktadır.”

Bilal, bir kelimenin farklı okunmasının farklı anlaşılmasına neden olmasının bir örneğini, 90’larda Türk ulemasının televizyonlardaki bir tartışmasından veriyor. “O tartışmanın konusu, Kur’an’ın bir ayetinde, Cennet’e gidecek müminlere Allah’ın vadettiği hurilerin meme uçlarının ‘açmamış gonca gül’ gibi mi yoksa ‘kara üzüm habbesi’ gibi mi olduğuydu. Bir kelimenin farklı okunması, nesnenin farklı  anlaşılmasına neden olmuştu. Daha yakınlardan bir örnek vermek gerekirse, İslam felsefesi profesörü olan Caner Taslaman’ın, bir televizyonda kendisine gösterilen “keriz yolma duası” yazısını okuyamamasıydı. Taslaman’ın başına gelen, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın da başına gelmiş, bir Arap gazetecinin sorusunu anlayamamıştı. Taslaman’ın da Erbaş’ın da Arapça bilmediğini söylemek doğru olmaz. Buradaki sorun, Arap alfabesinin barındırdığı zaafların yanı sıra Arapçanın yazı dili ve konuşma dili gibi, neredeyse tamamen farklı iki versiyona sahip olmasıdır. Arapçayı okulda öğrenen yabancılar, sokakta konuşabilmek için başka bir Arapçayı daha öğrenmek zorundalar. Buna benzer bir sorun Farsçada da bulunsa da nispeten daha küçük bir farktır ve neredeyse, uzun sözcüklerde son hecedeki, kısa sözcüklerde ise kökteki /A/ sesinin /U/ ya da /O/ sesine dönüşmesinden ibarettir, denilebilir.”

Peki, şapkayla sorunumuz nedir? Anlaşılan, iki kesimin birbirinden farklı olarak bu şapkayı bir soruna dönüştürdüğü açık. Birincisinin bir aşağılık kompleksinden kaynaklandığını söyleyebileceğimizi belirtiyor Bilal. “Arapçanın kutsal bir dil olduğunu iddia edenler ve bu dile ait sözcüklerin aynen Araplar gibi seslendirilmek zorunda olduğunu savunan bu kesimden bazıları, dünyaya Arap olarak gelmediği için utanmaktadır da. Bunlara yapacak bir şey maalesef yok. Bunlar aynı zamanda Siyasal İslam’ın tabanını oluşturmaktadır ve şapkada ısrar, eski rejim özleminin, Cumhuriyet düşmanlığının bir tezahürüdür. Diğer kesim ise bu birinciden farklı olarak, yabancı dillerden Türkçeye geçmiş sözcüklerin tıpkı orijinal dilde olduğu gibi seslendirilmesi gerektiğini düşünenlerdir. Bunların bir kısmında, ‘kelimeleri doğru telaffuz etmek gerek’ deyip, olur olmadık yerde şapka kullanmak gibi bir züppeliğe de rastlanabiliyor; bir kısmı ise kuralcılık malulü.”

Araplar ve Farsiler bile kendi yazılarında doğru okumayı sağlayan işaretleri ilk öğretimden sonra kullanmadıkları halde, biz neden Arapça ve Farsça sözcükleri “doğru okumayı sağlasın diye şapkalı kullanmak zorundayız? Doğru okuma, ilkokulda öğretilir ve bu düzeydeki öğretime yönelik hazırlanan sözlüklerde şapkalı harfler kullanılabilir. Üstelik bu yalnızca Arapça ve Farsçadan geçen kelimelerde kullanılıyor, niye? Oysa Batı dillerinden geçen sözcüklerde Türkçedekinden farklı seslenderilen bazı harfleri herhangi bir işaret koymadan, aynen Türkçe seslendiriyoruz. Örneğin Türkçe ses setinde bulunmayan nazal /N/ sesini biz Türkçe ön damak ünsüzü olarak seslendirerek, sesi bir nevi inceltiyoruz. Bazı hafler örneğin /A/ ile /E/, /I/ ile /İ/ ve /E/ ile /İ/ arasında bir sesi gösterirken, biz bunları yalın Türkçe seslere dönüştürerek tınlatıyoruz. Batı dillerinden geçen sözcüklerde göstermediğimiz bu hassasiyeti Arapça ve Farsça sözcüklere neden gösteriyoruz? Bu sözcükleri alıp dağarcığımıza kattıysak, bu sözcükler artık Türkçedir ve Türkçe olarak seslendirilir. Avrupalılar da örneğin Doğu dillerinden aldıkları sözcükleri kendi fonetik kurallarına göre seslendiriyorlar; şeker ve köşk sözcükleri gibi daha pek çok örnek verebilirim.

Bilal, şapka konusunun nasıl abartıldığını şöyle açıklıyor: “Söz konusu şapka, bazen üstüne konulduğu harfin uzun okunmasını sağlarken bazen de aynı zamanda bir önceki harfin ince okunacağını gösterir; “Kâmil” ve “lâle” gibi. Şapka bazen o kadar abartılı kullanılır ki, bazı Farsça sözcükleri Farslardan farklı olarak, Araplar gibi seslendirmeye çalışanlar bile var. Örneğin /-GAH/ eki yer bildiren Farsça bir sözcüktür ve Farslar bunu /-GÂH/ olarak değil, /-GAAH/ olarak seslendirirler, /ikaametgaah/, /daadgaah/ gibi. İranlıların “uzun A”yı Latin alfabesine transliterasyonu şekline baktığımızda bunu /AA/ ile gösterdiklerini görürüz; /SÂDÎ/ şeklinde değil, /SAADI/ olarak yazarlar.” Abartılı şapka kullanımı görmek isteyenler Levent Köker’in ArtıGerçek’te yayınlanan şu yazısına bakabilir.

Bir de eş sesli (sesteş) kelimeler sorunu var. Bunları nasıl ki cümlenin gidişine bırakıyor, okurun anlamı cümlenin bağlamından çıkarmasını bekliyorsak, aynı şey şapkasız kelimeler için de geçerli olamaz mı? Yüzmek dediğimizde TDK tanımıyla “kol, bacak, yüzgeç gibi organların özel devinimleriyle su yüzeyinde ya da su içinde ilerlemek, durmak, dalıp çıkmak” demek istediğimizde nasıl kelimenin üstüne kulaç atan insan ikonu çizmiyorsak, “derisini çıkartmak, derisini soymak” demek istediğimizde de kelimenin üstüne bir bıçak ikonu eklemiyoruz. Ha, bir de “çok para isteme” olayı da olabilir yüzmek, değil mi (aslında 8 değişik anlamı var yüzmenin)? En az ilkokula gitmiş biri de cümlenin gelişinden cümle içindeki yüzmek fiilinin hangi anlama geldiğini pek iyi biliyor.

Eş sesli (sesteş) kelimelerin cümle içinde hangi anlama geldiklerinin doğru anlaşılmasına yönelik yeni düzeltme işaretleri önerilerim (!)

Bilal bunu, yazımı aynı ama telaffuzu farklı olan kelimelerle ilgili bir başka örnekle şöyle anlatıyor:

“Sözün kısası, şapkanın harfi uzattığı ya da bir önceki harfi incelttiği ilkokulda öğretilir. Sonraki düzeyler için göstermeye gerek yoktur. Kaldı ki, her ikisi de Türkçe olan iki söcüğümüz vardır ve bunların nasıl seslendirileceği hiçbir yerde gösterilmez. ‘El elden üstündür’ ile ‘el gibi bakma bana’ cümlelerindeki ‘el’leri aynı sesle telaffuz eden var mı? Bu örnekteki ‘açık e’ ve ‘kapalı e’nin sesletim farkı, ilkokulda öğretilmektedir. Yazıda da ‘kapalı e’nin üzerine, farkı göstermek için herhangi bir işaret koymayız. Bütün mesele, anadili Türkçe olan birinin yabancı bir dili öğrendikten sonra hançeresinin ve ağız-dudak-dil yapısının Türkçedekinden farklı sesleri de çıkartabilecek yeteneği kazanmasından kaynaklanıyor ve bu farklı sesleri çıkartabilmek sanki bir üstünlük göstergesine dönüşüyor gibi. O zaman da Yusuf Has Hacib’i hatırlamak gerekiyor: En güzel Türkçeyi, başka bir dil bilmeyenler konuşur.”

Yaygın şekilde dile getirilen iddianın aksine TDK tarafından şapka işareti olarak bilinen düzeltme işaretinin (^) kullanımdan kaldırılmadığı yolunda bir çok haber, yazı ile karşılaşıyoruz. Bunların çoğu şapka olayını resmi ideoloji perspektifinden alarak TDK’nın yaklaşımının altını çizmektedir. TDK’nın şapka ile ilgili yaptığı düzenlemeler ise hayli ilginç. Örneğin, 2005 yılında yayımlanacak İmla Kılavuzu’nda “Plaket, lahana, flama, plaj, klarnet, plastik, klavye ve plan” gibi kelimelerin şapkasız yer alacağını duyuran TDK, Arapça ve Farsçadan Türkçe’ye giren kelimelerde ise kullanılmaya devam edeceğini belirtmişti. Sonuçta kalkan şapkalara karşı örneğin herkes plaj’ı şapkalıymış gibi aynı sesle okumaya devam etti (demek ki şapkasız da oluyormuş) ama TDK, Arapça ve Farsçadan gelen kelimelerde şapkaların niye devam etmesi gerektiğini anlatmadı.

Şair, gazeteci/yazar Attila Aşut’un BirGün’de yayınlanan “Şapka”nın yolculuğu yazısı bugün için TDK’nın şapka konusundaki yaklaşımını anlatan güzel bir özet. Aşut, mevcutu aktarıyor ama “niçin” sorusunu sormuyor. Aşut “Yeni Yazım Kılavuzu’na göre artık nispet eki olan “i”lerin üzerinde düzeltme imi kullanılmıyor. Örnek: Ahlaki, askeri, iktisadi, milli, siyasi vb.” ve “Türkçeye başka dillerden girmiş sözcüklerdeki ünlülerin üzerinden de düzeltme imleri kaldırılmıştır. Örnek: Adil, acil, asi, alet, bade, dava, divan, nazik, şair, veda... Bu sözcükleri artık ‘şapkasız’ yazıyoruz.” derken, bu kelimeleri şapkalı yazarken ne oldu da şapkaların çıkartılmasına karar verildiğini anlatmıyor bize.

Bir de aklıma takılan klavyeler var. Fransız yazımında 5 farklı aksan var. Fransız klavyede aksanlı her bir harf için bir tuş mevcuttur. Türkçe F klavyede böyle bir durum yok. Eskiden daktiloda yazarken harflere şapka koymak için önce ölü şapka tuşuna sonra da harfe basardık (şimdi bilgisayar teknolojisi ile özel tuş olmadığı halde parmağınızı kaldırmadan - örneğin a harfinin üzerinde tutarsanız, size farklı aksan seçenekleri verecektir). Hiçbir zaman Türkçe klavyede â ve û tuşları olmadı. Peki o daktilolardaki 2’nin üstündeki é harfi neydi? Martin Wichary bunu “Osmanlı İmparatorluğu’nun son, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk zamanlarında Türkçeyi etkisi altına alan batı dili Fransızca’dan miras kalmış, pek de kullanılmayan bir tuş” olarak açıklıyor, Türkçede olmadıkları halde klavyede uzak köşelere konmuş Q, W, ve X harflerini de İngilizce yazı yazanlar kullanabilsin diye konduğunu.

Türkçe F klavye daktilo (Fotoğraf: Ahmet Rifat Şahin)

Ben şapkaları çıkarttım… TDK sözlüğünde Nâzım şapkalı geçiyor bugün, ama Âzem’in şapkasını çıkartmış TDK. Nâzım’a saygımdan hem adını şapkalı yazdığı hem de öyle imzaladığı için şapkasız bırakmadım Nâzım’ı hiç. Yılmaz Güney’i bir başka severim. Bugün “artık bırakıyorum, siz de çıkarın şapkaları” dediğim halde, TDK’nin çıkarttığı şapkaya inat, Âzem’in şapkasını geri koyuyorum.

Ümit Kartoğlu kimdir?

Ümit Kartoğlu 1981 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu, aynı üniversiteden Halk Sağlığı uzmanlığını 1984 yılında aldı.

Türkiye'de sağlık sisteminde her kademede çalıştı. 1993 yılında Halk Sağlığı alanında doçentliğini aldı. 1988-1990 yılları arasında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyeliği yaptı.

İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü'ndeki üç yıl görevden sonra, 1994'te ülkeden ayrılarak UNICEF'te sağlık danışmanı olarak göreve başladı.

2000-2001 yıllarında Güney Sudan'daki savaş sırasında uluslararası kuruluşların sağlık çalışmalarını koordine etmekle yükümlü Operation LifeLine Sudan'da Sağlık Koordinatörlüğü'ne getirildi.

2001-2018 yılları arasında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Cenevre Genel Merkezi'nde aşı kalitesi ile ilgili danışman olarak görev yaptı. Şimdi Extensio et Progressio danışmanlık şirketinin kurucusu ve CEO'su olarak görev yapıyor.

Kartoğlu 1974 yılından bu yana karikatür çiziyor, kişisel sergileri dışında Ohannes Şaşkal ile birlikte birçok ortak sergi açtı, ilk ortak sergileri Ankara ve İstanbul'da 1980'de Burhan Solukçu'nun anısına açtıkları K-ÖMÜR, son sergileri ise 2008'de Hrant Dink'in anısına Paris'te açtıkları Le Chiendent (Ayrıkotu) oldu. İlk karikatür kitabı ZAMAN ZAMAN Karakare yayınlarından 1986 yılında yayınlandı. 1980 darbesiyle Darwin'in biyoloji kitaplarından çıkartılması üzerine İldeniz Kurtulan'la birlikte "yoksun bırakılanlar" için DARWİN ve EVRİM KURAMI kitabını yazıp çizdi. Nihat Behram gurbetteyken şiirlerini karikatür kartpostalları olarak yayınladı.

Dr. Kartoğlu'nun yayımlanmış birçok bilimsel çalışması ve kitapları bulunuyor (Bu kitapların hepsi Kartoğlu'nun web sitesinden PDF ve ePUB3 olarak ücretsiz olarak indirilebiliyor).

Dr. Kartoğlu 2011 ve 2013 yıllarında yaptığı bilimsel çalışmalar nedeniyle iki kez Ludwig Rajhman Halk Sağlığı Ödülü'ne değer bulundu. http://kartoglu.ch/

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sağlık Bakanlığı’nın eziyet yönetmeliği

Aile hekimlerinin kendi işini yürütmek için hastaları ile aile hekimlerini karşı karşıya getiren bakanlığın algı oyunlarına artık tahammülleri yok

Bir milyon uçurtma ve 100 yılın hikayesi: Çocuk Hakları Bildirgesi

Geçtiğimiz Kasım ayındaki altı günlük insani duraklama dışında, tüm yıl boyunca bombardımanın olmadığı sadece iki gün vardı. Her üç saatte bir sivil altyapı vurulurken, her 17 saatte bir çadır ve geçici barınma, her dört günde bir okullar ve hastaneler, her 15 günde bir de yardım dağıtım noktaları ve depoları İsrail ordusunca hedef alınıyor

Sağlıkta dönüşümün gölgesinde yenidoğan çetesi-bir sorgulama

“Güya mevcut sosyal güvenlik mekanizmalarının SGK çatısı altında birleştirilmesi, SGK’ya hastane sektöründe hizmetin ve rekabetin yönetilmesi olanağını verecekti. Hatta buna Dünya Bankası tarafından ‘yönetilen rekabet’ gibi bir isim bile verilmişti. Ancak SGK’nın mevcut personel nicelik ve niteliğiyle hastane denetimlerini yapması mümkün değildi. Kamu hastaneleri başhekimlik kurumu üzerinden kendi iç denetimlerini en azından bir ölçüde gerçekleştirebiliyordu. Ancak aynı şeyi tamamen kar odaklı olan özel hastanelerden beklemek zaten akıl dışıydı. Dolayısıyla özel hastaneler tamamen başıboş kaldı ve SGK da bu hastanelere para pompalayan bir tulumba olarak işlev gördü. Bugün yaşadığımız bebek katliamı sorununun özünde bu mekanizma yatar”

"
"