27 Ekim 2024
Geçtiğimiz hafta ülke gündemine oturan yenidoğan çetesi her ne kadar büyük bir şok yarattıysa da AKP’nin sağlıkta devrimini (!) bilenler için hiç de sürpriz değildi. Klasik bir sebep-sonuç ilişkisi vardı ortada. Çoğu tepki, yalnızca çeteye odaklanarak olayın para için nasıl yapılabileceği, bunun çok cani ve vahşi olduğu, yapanların insanlıktan nasiplerini almamış oldukları yolundaydı. Kuşkusuz bunlar doğru, ama bu çürüme noktasına nasıl gelindiğini daha çok konuşmamız gerekmiyor mu? Her ne denli Sağlık Bakanı Prof. Dr. Memişoğlu, “Kamuoyu, yenidoğan çetesiyle ilgili insanlıktan nasibini almamış bazı kişilerin organizasyonuyla meşgul ediliyor” dediyse de kamuoyunun daha da çok meşgul edilmesinde yarar olduğunu düşünüyorum.
Sağlık sistemleri ve sağlığın ekonomi politikası konularında uzman Dr. İlker Belek ile yenidoğan çetesi haberlerinin su yüzüne çıktığı andan itibaren filmi geri sarıp ne olduğuna, niye olduğuna baktık birlikte. İlker, sağlığın politik ekonomisi ve özellikle AKP yıllarında sağlık konusunda çok inceleme yapmış, çok değerli eserler vermiş bir halk sağlığı uzmanı. Memişoğlu, yenidoğan çetesi olayının İstanbul İl Sağlık Müdürü iken ilk muhataplarından biri olduğu halde, her ne kadar şimdi hastane kapatılmasını, sorumluların gözaltına alınmaları/tutuklanmalarını Sağlık Bakanlığı’nın eseriymiş gibi gösterip, klasik “Sağlık sistemimiz dünyanın en iyi sağlık hizmetlerini sunabiliyor ve dünyaya örnek” sözünü de eksik etmedi. Yani, ne olursa olsun, her şartta sağlık sistemimizin mükemmelliğinin altını çiziyoruz ki bu sorunların bir anlamda üstünü örtsün. İlker’e bunun gerçekten öyle mi olduğunu, bu noktaya hangi politikalarla geldiğimizi sordum. Ama önce, AKP’nin sağlıkta devrimini kısaca anlatmasını istedim.
İlker, aslında bugün içinde bulunduğumuz noktaya gelmemize neden olan sürecin yalnızca Türkiye değil tüm dünya çapında söz konusu olduğunu söylüyor. Uygulama biçimleri ve ortaya çıkardığı sonuçların ülkelerin emperyalist dünya sistemine eklemlenme seviyelerine ve sermaye birikim derecelerine göre farklılık gösterebildiğini belirtiyor.
“Sovyetler Birliği’nin dağılması ve ülkeler ölçeğinde de sınıf mücadelelerinin gerilemesi kritik önem taşıyor. Çünkü bu iki faktör kapitalist devletleri sosyalleşmeye mecbur bırakıyordu. Ortadan kalktıklarında da II. Dünya Savaşı sonrasında gelişmiş olan sosyal devletin yıkılması ve sağlık, eğitim, sosyal güvenlik sistemlerinin özelleştirilmesi olanağı doğmuş oldu.
“Global ölçekte start Dünya Bankası tarafından verildi. Banka 1993 yılında Sağlığa Yatırım (Investing in Health) başlıklı bir rapor yayımladı.” Düşünebiliyor musunuz, Banka burada sağlık hizmetlerinin kamu eliyle sunulmasının verimlilik ve hatta eşitlik sağlamak için hiç de uygun olmadığını ileri sürerek, sağlık sisteminin piyasa ilişkileriyle toptan yeniden yapılandırılmasını ve hastanelerin özelleştirilmesini öneriyordu.
“Türkiye’de Sağlıkta Dönüşüm ya da Sağlık Reformları olarak bilinen süreç de böyle başladı. Bizde hukuksal alt yapısı DSP-MHP-ANAP hükümeti tarafından tamamlanarak, 2002’de AKP tarafından uygulamaya sokuldu.”
İlker, Dünya Bankası’nın Sağlığa Yatırım projesini reform diye adlandırdığından AKP’nin neredeyse tüm çevrelerce devrimci bir parti olarak bile görüldüğünü, değerlendirildiğini söylüyor. Sağlık Bakanlığı içinde Proje Genel Müdürlüğü adıyla ayrı bir birimin kurulmuş olmasının da işe yeterince ciddiyet kazandırdığını hatırlatıyor.
Reformun üç ayağı vardı: Birinci basamak için sağlık ocaklarının yerine aile hekimliği modeli, finansmanda vergilerle finansmana ek olarak ve ağırlığı giderek artacak şekilde genel sağlık sigortası, hastaneler için de özerkleştirme ve özelleştirme. Peki, böyle devrim mi olur diye soruyorum İlker’e. “Halkın sağlık hakkı ve sağlık emekçilerinin hakları dikkate alındığında planlananlar tam bir karşı devrimdi.” diyor İlker. “Karşı devrim tabii ki” diyorum İlker’e, “Sağlık hizmetlerine erişimi arttıracağı iddiasıyla önerilen bu reformların gerçekte erişimi kısıtlayabileceği ve özellikle düşük gelirli bireylerin zarar görebileceği gün gibi aşikardı”. Çünkü bu, doğrudan sağlığın bir insan hakkı oluşu ile çelişen bir mantık.
İlker, mevcut sağlık sisteminin sorunlarının o kadar büyük ve birikmiş bir halde olduğunu, bu önerilenlerin geniş kesimler ve hatta hekimlerce büyük bir coşkuyla karşılandığını söylüyor. “Çok uzun on yıllar boyunca hiçbir soruna müdahale edilmemiş, örneğin SSK tam bir çöküşe terk edilmiş, çok küçük dokunuşlarla çözülebilecek sorunların çoğalmasına göz yumulmuştu. Örneğin, nüfusun yarısı SSK’lı iken hekimlerin ancak yüzde 20’si SSK kurumlarında çalışıyordu ve SSK hastanelerinin uzayan kuyrukların temel nedeni buydu.”
İşte, tam bu noktada, yenidoğan çetesi olayları zincirini İlker’in aşağıda sayacakları ışığında bir daha düşünmenizi, sorgulamanızı öneririm.
“2002’den itibaren AKP hazırlanmış yasaları hızla uygulamaya koydu. Önce sağlık ocakları kapatılarak aile hekimliğine geçildi. Koruyucu sağlık hizmetleri arka plana atıldı. Aile hekimi sayısı yetersiz olduğu için hızla artan sağlık hizmeti talebi hastanelere yansıdı.
“SSK hastaneleri Sağlık Bakanlığı’na devredilerek hastaneler global bütçeleme, vaka başına ödeme gibi piyasacı ödeme sistemlerine dahil edildi.
“Tüm sağlık personeli için performansa göre ödeme sistemine geçilerek, hekimler arasına rekabet sokuldu, bu uygulamanın sağlık hizmetinde arz yönlü talebi kışkırtacağı kesindi, öyle de oldu.
“Kamu hastaneleri bir işletme mantığıyla yönetilmeye başlandı, ilk aşamada Kamu Hastane Birlikleri oluşturularak hastane yönetimlerine önemli derecede özerklik verildi, ancak bu gelişme merkezi yönetimin otoritesini sarsan bir sonuç yaratınca (ki AKP gibi bir partinin buna tahammül gösterme ihtimali yoktu) birkaç yıl içinde bu uygulamadan vazgeçildi. Ancak özel hastanelerin desteklenmesine değişik mekanizmalarla devam edildi: Arsa tahsisleri, ithal edilecek tıbbi teknoloji ürünleri için vergi indirimleri, bir süre boyunca vergi muafiyeti, çalıştırılan emekçiler için işveren sigorta prim desteği gibi. Ancak devletin sağlıktan elini çekmeye başlaması özel hastanelerin hızla çoğalması bakımından zaten esas uyarıcı faktördü.
“Özel hastanelerde patronlar hekimler üzerinde daha çok tetkik ve müdahale baskısı kurarak, hekimlerin gelirini de bununla ilişkilendirdiler. Bu politika hem gereksiz teknoloji kullanımını hem gereksiz girişimleri uyardı ve bir yandan da sağlık hizmetlerine, hekime olan güveni sarsan bir etki gösterdi.
“Kamu hastanelerinde ise biriken hasta yükünün hızla düşürdüğü hasta başına ayrılan muayene zamanı bu işlevi görerek, hekime yönelik şiddet olgusunu ortaya çıkardı.
“Güya mevcut sosyal güvenlik mekanizmalarının SGK çatısı altında birleştirilmesi, SGK’ya hastane sektöründe hizmetin ve rekabetin yönetilmesi olanağını verecekti. Hatta buna Dünya Bankası tarafından ‘yönetilen rekabet’ gibi bir isim bile verilmişti. Ancak SGK’nın mevcut personel nicelik ve niteliğiyle hastane denetimlerini yapması mümkün değildi. Kamu hastaneleri başhekimlik kurumu üzerinden kendi iç denetimlerini en azından bir ölçüde gerçekleştirebiliyordu. Ancak aynı şeyi tamamen kar odaklı olan özel hastanelerden beklemek zaten akıl dışıydı. Dolayısıyla özel hastaneler tamamen başıboş kaldı ve SGK da bu hastanelere para pompalayan bir tulumba olarak işlev gördü. Bugün yaşadığımız bebek katliamı sorununun özünde bu mekanizma yatar.”
İlker, bu gelişmeler ve yarattığı sorunların Türkiye’ye özgü şeyler olmadığını yineliyor. “Bugün ülkemizde geniş bir kesim maalesef bu yanılgı içinde. Oysa benzer sorunlar hastane özelleştirme ve özerkleştirmesinin söz konusu olduğu tüm ülkeler için geçerli.”
İlker, biraz uzun olduğunu ama devrim denilen şeyin kısa özetinin bu olduğunu söylüyor. Ama ben devam ediyorum. “Genelde sağlık sistemi reformu diye dayatılan çalışmalar bir anlamda toplam sağlık harcamalarının, bir yandan da kamu sağlık harcamalarının toplam içindeki payının sınırlandırılmasını hedeflemiyor mu?” diye soruyorum İlker’e, “Sağlığın metalaşması böyle başlamıyor mu?”
İlker, toplam sağlık harcamalarında, örneğin OECD liginde sondaki birkaç ülkenin içinde olduğumuzun, ama sağlık harcamalarımızın bu piyasacı ilişkilerinin ve özellikle de özel hastane sayısının artmasının etkisiyle (tersine) hızla yükseldiğinin altını çiziyor. “Zira bir yandan yukarıda özetlediğim dinamiklerin etkisiyle kışkırtılmış bir sağlık hizmeti talebi ortaya çıktı. Bu talep ilaç tüketimine de yansıdı. Öte yandan da özel hastanelerde hastalardan alınan paranın ucunun neredeyse açık olması, özel hastanelerin denetimden muaf bırakılması sağlık harcamalarını artırıyor. Yani uluslararası ligde sağlık harcaması bakımından durumumuz kötü, ama kendi içinde yıllar içinde artan bir harcama eğilimimiz var.
“Kamu sağlık harcamalarında da hem niceliksel ama esas önemlisi oransal olarak bir artış gerçekleşti. Örneğin, Türkiye kamu sağlık harcamalarının toplamdaki oranı bakımından (%70’i biraz geçiyor) OECD ortalamasının üzerinde bir yerde. Ve tüm sağlık göstergeleri içinde ‘iyi’ durumda olduğu tek gösterge bu. Ancak bu veri tek başına alındığında önemli bir sorunu gizliyor. Evet, artık eskisine göre sağlık harcamalarının daha yüksek bir oranı kamudan karşılanıyor, lakin kamudan gelen bu kaynağın artık çok önemli kısmı özel sağlık kurumlarından hizmet satın almaya gidiyor. Dolayısıyla kamu açık olarak özel sağlık sektörünü finanse eden, özel sağlık sektörünün varlığını garantiye alan bir işlev üstleniyor. Bundan sonrasını ise özel sektör, hastaya yüksek fiyat yükleyerek, kendisi hallediyor.”
14 Mart 2006’da İstanbul Sağlık Müdürlüğü’nce Myshowland’da düzenlenen Tıp Bayramı’na katılan zamanın Başbakanı Erdoğan’ın “Onu ısrarla söylüyorum; nasıl dünyada her şeyin serbest piyasası varsa sağlıkta da serbest piyasa oluşmalıdır.” diye sağlıkta özelleştirmeyi her fırsatta dillendirdiğini hatırlarsınız. Özelleştirmeyi böylesi reklam ettiğinden, zamanın Başbakanı doğal olarak özel hastane açılışları ile de oldukça sık karşımıza çıktı o dönemde. Başbakan’ın özel hastane açılışı yapması, hastane sahibi birinin Sağlık Bakanı olarak atanmasını normalleştirilmiyor mu? “Sağlık Bakanı olup da hastane sahibi olmak da neyin nesi?” diye soruyorum İlker’e.
İlker, yine bu sorumun, global ölçekli önemli bir gelişmeden söz etmek bakımından çok yararlı olduğunu söylüyor. “Sosyalist sistemin ve sınıf mücadelelerinin güçlü olduğu dönemde, yani sosyal devlet döneminde, burjuvazi adına siyaset yürütecek aktörlerle burjuvazinin kendisi arasında bir mesafe vardı. Yani patronlar siyasete doğrudan kendileri katılmaz, kendilerini parlamentoda vekilleri temsil ederdi.
“Son 30 yıldır bu ‘demokratik temsiliyet’ mekanizmasının yerini doğrudanlık aldı-alıyor. Artık patronlar doğrudan siyasete giriyorlar, vekil oluyorlar ve hatta temsili demokrasisi basamaklarında çok daha yukarı mevkilere yükseliyorlar.
“Örneğin, İtalya’da Berlusconi (medya patronu), Fransa’da Macron (yatırım bankacısı), ABD’de Trump (inşaat tekeli), İngiltere’de Thatcher (en azından bir patronla evliydi). Sağlıktan bir örneği İngiltere’den verebilirim. İngiltere’de kamu özel iş birliği modeli toplumca reddedildikten sonra, bu işi zamanında kendi ülkelerinde örgütleyen İngiliz Sağlık ve Maliye Bakanları Türkiye gibi ülkelere pazarlamak için bir şirket kurmuşlardı.
“Yani kapitalistler artık siyaseti vekillerine bırakmak yerine doğrudan kendileri üstlenme eğilimi gösteriyorlar. Bizde hastane patronlarının siyasete girmesi ve bundan sonra da sermayelerini daha da büyütmeleri bunun bir yansıması. Biliyorsun sağlıkla da sınırlı değil: Turizm bakanı otel, eğitim bakanı özel okul sahibi…
“Halk sınıfları siyasete etkilerini vuramadığı sürece bu böyle devam edecek, siyaset, yani dünyayı değiştirme gücü doğrudan patronlar tarafından gasp edilecek.”
Mart 2024’te Lancet’te önemli bir makale yayınlandı: Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinin bakım kalitesi üzerindeki etkisi. Çalışmanın sonuç bölümünde yazarlar sağlık hizmeti sağlayıcılarının sunduğu bakım kalitesi üzerindeki özelleştirmenin etkisini ele alan çok az sayıda çalışma bulunduğunu, ancak bu küçük uzunlamasına çalışmalar grubunda oldukça tutarlı bir tablo görüldüğünün altını çiziyor. “En azından, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinin bakım kalitesi üzerinde neredeyse hiç olumlu bir etkisi olmamıştır. Dış kaynak kullanımı da masum değildir; maliyetleri düşürebilir, ancak bunu bakım kalitesi pahasına yaptığı görülmektedir. Genel olarak, bu inceleme, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesine yönelik gerekçeleri sorgulayan kanıtlar sunmakta ve sağlık hizmetlerinin daha fazla özelleştirilmesine yönelik bilimsel desteğin zayıf olduğu sonucuna varmaktadır.”
“Özelleştirmeye karşı bilimsel desteğin zayıf olduğuna sevinmek için erken mi?” diye soruyorum İlker’e. İlker, özelleştirme sürecinin başından beri yapılan saha araştırmalarının sözünü ettiğim bu çok değerli araştırmayla benzer sonuçları ortaya koyduğunu vurguluyor. “Örneğin ben Sağlık Bakanlığı’nın hastane verilerini hastane bazında yayınladığı dönemde kamu ve özel hastaneler açısından temel hastane göstergelerini (en önemlisi kaba ölüm hızı idi) karşılaştırıyordum.” diyor İlker, “Yatak sayısı ve hastaneye yatan vakanın ciddiyeti istatistiksel olarak kontrol edildikten sonra hizmet verimliliği bakımından en kötü durumda olan grup hep özel hastanelerdi. Özelleştirme sağlık emekçileri üzerindeki iş yükünü ve sömürüyü artırır, sağlık hizmetini pahalılaştırır, hizmetin kalitesini düşürür ve hem makro hem de mezo-mikro ölçekli olarak sağlık hizmetinin verimliliğini azaltır. Araştırmaların çok önemli ekseriyeti bu sonuçları yıllardır saptıyor. Dolayısıyla özel sektör lehine bilimsel destek ‘zayıf’ yerine ‘yok’ demek daha doğru olur.
“Üstelik bu bilimsel gerçek her gün hastalar tarafından da özel sağlık hizmetine ulaşımın son derece zor olması şeklinde deneyimleniyor. Sorun buradaki bu gerçeğin ve deneyimin halk sınıflarının siyasi tercihlerini mevcut düzenin dışına taşıyacak bir örgütlülük olarak organize edilemiyor olmasında.
“Evet, sağlık emekçileri kendi cephelerinden önemli karşı çıkışlar, protestolar, direniş ve grevler sergiliyorlar. Ancak mesele iktidar yapısını etkilemeye geldiğinde bu direnişleri şekillendirecek bir yapı ortaya çıkamıyor. Aslında sözünü ettiğim bu yapılar sosyalist ve komünist partilerdir ve bugün esas eksikliğini çektiğimiz olgu da bu özne düzeyindedir.
“Özelleştirme lehine bilimsel kanıtların olmayışı bu öznenin ortaya çıkarılması bakımından bir zaman avantajı yaratıyor diyebiliriz. Lakin sorunlar çok büyük ve hızla büyümeye de devam ediyor. Hal böyle olunca kaçınılmaz olarak dağınıklık ve moral bozukluğu da büyüyor.”
Özelleştirme sistem gereği teşvik edilirken, Dünya Bankası ve onu dinleyen ülkeler bunun sonuçlarının iyi olacağı konusunda kimseyi ikna etmek zorunda değildi. İlker’in söylediği gibi özelleştirmenin yararına bilimsel kanıtların olmayışı bir avantaj, ama bu geçici bir avantaj, çünkü sorunlar zamanla büyüyerek daha da karmaşık hale geliyor ve çözüm önerisi üretmek giderek zorlaşıyor.
Ama durum bir yandan da çok açık: Özelleştirmenin yaygınlaşmasıyla birlikte sağlık hizmetlerinde maliyetler artıyor, erişim azalıyor ve kalite düşüyor. Bu sorunların büyümesi, sağlık sektöründe daha büyük bir dağınıklık ve belirsizlik yaratıyor. Özelleştirmenin denetimden uzak olması, standartların düşmesine ve bireysel hastaların zarar görmesine neden olabiliyor. Bunun sonucunda ortaya çıkan moral bozukluğu hem sağlık çalışanları arasında hem de hizmetlerden yararlanan halkta artıyor. Özellikle kamu hizmetlerinin yerini özel sektörün alması, uzun vadede sağlık eşitsizliklerini derinleştirebiliyor.
“Senin de söz ettiğin Lancet’te yayımlanan makale bu durumu bir kez daha somut olarak tespit ediyor. Ben de artık biraz eskimiş olan Avrupa Sağlık Reformları başlıklı kitabımda olayı ayrıntılı olarak değerlendirmiştim.”
Hani nabız yoklama, toplumsal eğilimleri ölçmek anlamında yapılan anketler var ya, “hangi kurumlara güvenmiyorsunuz” gibilerinden soruluyor, Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nün 2024 Toplumsal Eğilimler Araştırması’na göre Türkiye’de yaşayanların, doğrudan adını anarak belirttikleri, en güvenmediği ilk iki kurum Diyanet İşleri Başkanlığı ve yargı kurumları. Yenidoğan çetesinin gün yüzüne çıkmasından sonra benzer anket yeniden yapılsa, sağlık kurumlarının, hastanelerin en güvenilmedik kurumların başında geleceği kesin. Yani yenidoğan çetesi olayıyla korkunç bir güven erozyonu olduğunu düşünüyorum, özellikle hekim ve hemşirelere karşı. Şu günlerde ülkenin her yanında benzer ihbarların yapıldığını biliyoruz. Bu güvensizlik ve her geçen gün daha da büyüyen öfke, farklı boyutlara varmadan, altta yatan temel nedene, sisteme karşı nasıl döndürülebilir, kim ne yapmalı diye soruyorum İlker’e. “Evet, olayın çok çok önemli ve vahim bir noktasına daha işaret ediyorsun.” diyor İlker, “Daha şimdiden gerici çevreler, aslında kendi tercih ve uygulamalarının sonucu olarak ortaya çıkmış bu trajik olayı kendileri açısından bir fırsata çevirmenin derdine düştüler. Bir yandan sağlıkçılara bir yandan da tıbbın bilimsel birikimine (COVID-19 döneminin politikalarını manipüle ederek) bir kez daha saldırmaya başladılar. Bebek katliamı derken yeniden aşı karşıtlığının diriltilmesiyle karşılaşıyoruz örneğin.
“Bu ortamda, bebek katliamı olgusu genel olarak sağlık sistemine, bilimsel birikime olan güveni sarsacak ve böyle giderse sağlıkçılara yönelik şiddette yeni bir tırmanış dalgasıyla karşılaşacağız.
“Tıbbın, hekimlerin önerdikleri, söyledikleri üzerine şüpheler düşürülecek, sağlıkla ilgili gerici uygulamaların (‘alternatif tıp’ denilenler) propagandası yapılacak, yaşanan her sorunda suç özellikle hekimlere yüklenecek.
“Aslında bunlarla mücadelede başı çekmesi gereken aktör hükümet ve sağlık bakanlığıdır. Ancak onlar sorunları yaratanlar oldukları için etkili bir şey yapmalarını kesinlikle beklememek gerekir.
“Dolayısıyla iş özelleştirme karşıtı cepheye kalıyor: İlkin, Sağlıkta Dönüşüm’ün, özelleştirmenin yol açtığı sorunlar verili ve anlaşılır şekilde deşifre edilmeli. Sonra sağlıkta kamuculuğun zorunluluğu anlatılmalı. Ve mesele mutlaka kapitalizm/sosyalizm çerçevesine taşınmalı. Çünkü aslında kapitalist sağlık sisteminin sorunlarını yaşıyoruz ve çözüm kamucu bir sağlık sisteminde, bunu hayata geçirebilmenin yolu ise sosyalizm. Tek başına sağlıkta kamuculuk olmaz. Kapitalist dünyada sağlıkta sosyalist-kamucu sistem kurulamaz. Kapitalist sağlık sistemi kendi yarattığı sorunları çözemez. İktidarın yol verdiği özel hastanelerin denetlenmesi olanaksızdır. Piyasa aktörleri piyasa mekanizmaları içinde denetimden kaçmanın bir yolunu bulurlar. O nedenle çözüm özel hastanelerin denetlenmesi değil, kamulaştırılmasıdır. Cerahatin ortalığa saçıldığı bugün denetimden söz etmek, aslında özel hastanelere zaman kazandırma amaçlı bir manipülasyondur.
“Kısaca, sağlıktan kalkan, ancak kapitalist dünyayı genel olarak en radikal şekilde sorgulayarak sosyalist seçeneğe alan açan bir ideolojik ve siyasi müdahale gerekiyor, tepkinin kitleselleşmesini hedefleyecek bir müdahale gerekiyor. Sağlıkta yaşanan bu skandal bunun için büyük fırsat yaratıyor.
“Tabii ki bu, sağlık alanındaki aktörlerin (meslek odaları, sendikalar, dernekler) tek başlarına yapabilecekleri bir iş değil. Onlar kendi alanlarından bilimsel ve ideolojik katkı sunacaklardır, sunmaları zorunludur. Ancak esas sorumluluk sosyalist ve komünist partilerde. Umarım bu olay ve benzerleri (düşünsene son birkaç aydır neler yaşadık: özelleştirilmiş elektrik sisteminin yol açtığı orman yangınları, madenlerde ölüm koşullarında çalıştırılan madenciler, tüm bir köyün şahitliğinde gerçekleşen ve devletin hala çözemediği bir kız çocuğu katliamı, süreklilik kazanmış işçi ve kadın cinayetleri…) ülkemizde bu partilerin dirilmesi, kitleselleşmesi bakımından da bir ‘olanak’ oluşturur.”
Bakan Memişoğlu her ne kadar ülkenin sağlık sistemini dünya çapında diye övüyorsa da gerçekte sistem her açıdan çökmüş durumda. Bunu son olarak “Denetimler yetersiz değil, çete çok profesyonel” deyişiyle ortaya koyuyor bakan. Kalite yönetimi sisteminin en önemli kurallarından biri yapılan işlerin belgelenmesidir. Bir iş yapıldığı halde belgelendirilmediyse, “yapılmamış” kabul edilir. Bu noktada, denetim açısından yeni bir soru gündeme gelmektedir: Belgelenmiş işler gerçekten yapılmış işler midir? Yeterli denetim, gerçekten yapılmadığı halde yalan doldurulan bu dokümantasyonu bir şekilde mutlaka yakalar. Örneğin, SGK bile Özel Şafak Hastaneler Grubuna yaptığı denetimlerde belgelerden 43 bin 889 sorunlu sağlık hizmeti işlemi tespit ediyor. Benim anlamakta zorlandığım bir diğer konu Bakan Memişoğlu’nun yenidoğan çetesi ile ilgili açıklamasında “Vatandaşlarımızın can güvenliği hep kontrol altındaydı, gizli takipteydik” demesi. Bu organize hırsızlık olayı mı ki gizli takip yapıyorsun? Yenidoğan bebeklerin sağlığından söz ediyoruz. Bakan Memişoğlu her ne kadar “Vatandaşlarımızın can güvenliği hep kontrol altındaydı” demişse de bütün yenidoğan bebek ölümlerinin delil toplama adına bu gizli takip döneminde gerçekleştiğini biliyoruz.
Bu bile tek başına sorumluluk almanın ve hesap verebilirliğin bir göstergesi olarak istifa için yeterli bir gerekçedir.
İlker Belek Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu ve halk sağlığı uzmanı. 1996-2019 arasında Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak çalıştı. 2007 yılında Türk Tabipleri Birliği Nusret Fişek Bilim Ödülü’nü aldı. Değişik gazete ve dergilerde mesleki ve siyasi yazılar yazdı. Sınıfsız Toplum Yolunda Sağlık Tezi, Sağlık Reform Paketi Neyin Peşinde?, Sağlıkta Özelleştirme, Sınıf Sağlık Eşitsizlik, Sağlıkta Dönüşüm, Küba’da Sağlık, Sağlığın Politik Ekonomisi, AKP’li Yıllarda Sağlık, Postkapitalist Paradigmalar, Esnek Üretim Derin Sömürü, Kapitalizmde Sınıf, Dinin Toplumsal Kökenleri, Din Toplum İktidar, Din Bilim Felsefe, Marksizm Sınıf Bilinci Siyaset kitaplarının yazarı. |
Ümit Kartoğlu kimdir? Ümit Kartoğlu 1981 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu, aynı üniversiteden Halk Sağlığı uzmanlığını 1984 yılında aldı. Türkiye'de sağlık sisteminde her kademede çalıştı. 1993 yılında Halk Sağlığı alanında doçentliğini aldı. 1988-1990 yılları arasında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyeliği yaptı. İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü'ndeki üç yıl görevden sonra, 1994'te ülkeden ayrılarak UNICEF'te sağlık danışmanı olarak göreve başladı. 2000-2001 yıllarında Güney Sudan'daki savaş sırasında uluslararası kuruluşların sağlık çalışmalarını koordine etmekle yükümlü Operation LifeLine Sudan'da Sağlık Koordinatörlüğü'ne getirildi. 2001-2018 yılları arasında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Cenevre Genel Merkezi'nde aşı kalitesi ile ilgili danışman olarak görev yaptı. Şimdi Extensio et Progressio danışmanlık şirketinin kurucusu ve CEO'su olarak görev yapıyor. Kartoğlu 1974 yılından bu yana karikatür çiziyor, kişisel sergileri dışında Ohannes Şaşkal ile birlikte birçok ortak sergi açtı, ilk ortak sergileri Ankara ve İstanbul'da 1980'de Burhan Solukçu'nun anısına açtıkları K-ÖMÜR, son sergileri ise 2008'de Hrant Dink'in anısına Paris'te açtıkları Le Chiendent (Ayrıkotu) oldu. İlk karikatür kitabı ZAMAN ZAMAN Karakare yayınlarından 1986 yılında yayınlandı. 1980 darbesiyle Darwin'in biyoloji kitaplarından çıkartılması üzerine İldeniz Kurtulan'la birlikte "yoksun bırakılanlar" için DARWİN ve EVRİM KURAMI kitabını yazıp çizdi. Nihat Behram gurbetteyken şiirlerini karikatür kartpostalları olarak yayınladı. Dr. Kartoğlu'nun yayımlanmış birçok bilimsel çalışması ve kitapları bulunuyor (Bu kitapların hepsi Kartoğlu'nun web sitesinden PDF ve ePUB3 olarak ücretsiz olarak indirilebiliyor). Dr. Kartoğlu 2011 ve 2013 yıllarında yaptığı bilimsel çalışmalar nedeniyle iki kez Ludwig Rajhman Halk Sağlığı Ödülü'ne değer bulundu. http://kartoglu.ch/ |
Aile hekimlerinin kendi işini yürütmek için hastaları ile aile hekimlerini karşı karşıya getiren bakanlığın algı oyunlarına artık tahammülleri yok
Geçtiğimiz Kasım ayındaki altı günlük insani duraklama dışında, tüm yıl boyunca bombardımanın olmadığı sadece iki gün vardı. Her üç saatte bir sivil altyapı vurulurken, her 17 saatte bir çadır ve geçici barınma, her dört günde bir okullar ve hastaneler, her 15 günde bir de yardım dağıtım noktaları ve depoları İsrail ordusunca hedef alınıyor
Beyaz önlüğün taşıdığı sembolik anlamın ötesinde, hekimin günlük pratikte nasıl davrandığı, hastalarla nasıl iletişim kurduğu ve profesyonel ilişkilerini nasıl yönettiği, hasta deneyimini ve tedavi sürecinin başarısını doğrudan etkiliyor. Her ne kadar beyaz önlük güven sembolü olarak algılanıyorsa da asıl olan hekimin hasta odaklı bütüncül bir yaklaşımla, hastaya değer verildiğinin hissettirilmesi, yani ‘sen’ söylemini, ‘emir kipini’ bırakmış, empati kuran, konuşurken hastasının gözüne bakan, özetle beyaz önlüğün arkasına gizlenmemiş etik ve insani bir davranışlar bütünü sergilemesidir hastada güveni oluşturacak. Önemli olan beyaz önlüğü çıkartmak değil, nasıl giydiğimizdir
© Tüm hakları saklıdır.