"Güneyli Bayan", bizim kuşak için anlam yüklü bir imgedir. Lillian Hellman'dır. Hani şu McCarthy kasırgası döneminde, birçok oturaklı ismin zarganaya döndüğü o ünlü "Tahkikat Komisyonu" karşısında, yalnızca bireysel ahlak adına başkaldırı ve direnç sergileyebilmiş Amerikalı oyun yazarı.
1983'de, Bilgesu Erenus'un, Hellman'in "Şarlatanlar Dönemi" adlı anı kitabından yola çıkarak, "Güneyli Bayan" adıyla tiyatroya uyarlandığı ve AST'ta sergilenen oyununu hala hatırlarım. Cumhuriyet'e başlamamıştım daha. Işık Yenersu'nun ne olduğunu, tiyatro oyunculuğunun ne olduğunu ise orada, o saat anlamıştım. İkisi bir oldular, benim için hep öyle kaldılar. 12 Eylül'ün zor yıllarıydı. İçimizi ısıtmıştı. "Don Kişot'luk olur" uyarılarını, bu cadı kazanı içerisinde, bu çatlak sesler arasında doğru ve net konuşanı duydular mı, "Onun yardımına koşacaklardır mutlaka" ile yanıtlayan ve bıyık altından "saftirik" muamelesi gören Helmann, başkaldırı tavrıyla "Amerikan aydınları arasında namuslu kalmayı başarabilenler vardır" inancını yerleştiren önemli isimlerden biri olmuştur.
CHP'nin iki "Güneyli Bayan"ı; Tarsuslu Emine Ülker Tarhan ve Antakyalı Selin Sayek Böke... Başkaldırıları çok benziyor. Ayrıca, ikisi de sarışın. İşin sarışınlık boyutu daha az önemli değil. Şu nedenle:
"Sarışın" tanımını siyaset literatürümüze sokan Yavuz Gökmen'dir. Tansu Çiller'e "Sarışın güzel kadın" derdi. Türkiye'nin çağdaş, Batılı görüntüsü; üstelik merkez sağdan. Hayalin ve hikâyenin sonu malum. Doğrusu sarışınlara siyaseten alerjik olmaya başlamışken, içinden geçilen nefessiz dönemde, yine iki sarışın; ama bu kez merkez soldan ve başkaldıran. Yine içimiz ısınıyor.
Her iki güneyli de, CHP yönetimine, parti kurumsallığı dışından geldiler. Bu nedenle, parti disiplini ve kurumsal derinlik konularında hafiften vurdulu kırdılı ve epey zafiyet durumları söz konusudur. Tarhan, bunu uç noktaya vardırıp partiyi bile terk etti. Oysa, siyasal yapımızdaki en önemli boşluklardan biri, kurumsallaşma eksikliğidir. Merkez sağın dillere destan kurumsal devamsızlığı, hiçbir zaman nitel değil, ancak nicel bir olmasına yol açmıştır.
Sandıktaki nicel ağırlığına rağmen, askeri müdahelelerin hep merkez sağı hedeflemesinin önemli nedenlerinden biri belki de budur. Tarhan, CHP'nin tek ciddi kurumsal yapı olduğunu dikkate almadan, çok anlamlı bir başkaldırıyı, şimdilik siyaseten sonuçlandıramamış görünüyor. Böke'nin, Tarhan örneğini göz önünde bulundurarak, benzer bir yanlışa düşmeyeceği düşünülebilir. Kurumsalllığın, siyasal tıkanıkları aşmadaki en elverişli araçlardan olduğu açıktır.
Hele CHP gibi, kurumsallığı, devlet kurmuş bir partinin doğal esnek yapısından beslenen siyasal örgütler söz konusu olduğunda... Ancak kurumsal derinlik, bazı dönemlerde hantallık anlamı da kazanabilir. Bu kez de, tıkanıklığı aşmanın önünde engel olmaya başlar. Yaşadığımız dönem, başta CHP olmak üzere, hemen tüm siyasal yapılarda bu fotoğrafı vermektedir. Açık sözlülük, siyasi ve bireysel ahlak kaygısı, saygınlık, güvenilirlik, ilkeli siyaset, kurumsallığın gölgesinde kalmaya başlamıştır. Tabii, bizim güneylileri de iki ateş arasında bırakarak.
Hellman, "McCarthyciliğe yaptıklarıyla hizmet edenlerin yanı sıra yapmadıklarıyla da hizmet edenler var" diye yazıyor. Her iki güneyliyi de önce doğru anlamak gerekir.
İkisinin de başkaldırısı, son derece önemli iki sivil muhalif dalganın ürünüdür. Tarhan, XXI. yüzyılın, Türkiye'deki ilk büyük sivil muhalefet hareketi olan Gezi olaylarının, CHP'de yarattığı doğrudan ve artçı sarsıntıların sözcüsüdür: CHP yönetiminin, "yapmadıklarıyla hizmet eden" tavrına isyan etmiştir. Gezi'nin, yolunu açtığı meclis dışı sivil muhalefet dinamiğini CHP ile buluşturup, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk önemli başarıyı elde etmeyi siyaseten olanaklı görmüştür. Nitekim, istifa dilekçesinde "özellikle" diye belirterek, cumhurbaşkanlığını, CHP'nin ilk turda teslim etmesine isyanını dile getirecektir. AKP rejimine olan tepkisi ile CHP yönetimine olan tepkisi iç içe geçmiştir.
Böke ise, ikinci önemli sivil toplum çıkışı olan referandum sonucunun ürünüdür. İstifasında meşruiyeti tartışmalı bir referandum sonucunun, CHP yönetimince el altından kabul ediliyor olmasına isyanını açıkça ifade etmiştir. Onun da başkaldırısı 'AKP rejimi' ve CHP yönetiminedir.
Sol bir damardan gelmeyen, biraz da vitrin meşruiyeti kaygısıyla getirilmiş olan, ideolojik sınırları çok belirgin olmamakla beraber, ilkinin çok "ulusalcı", ikincisinin ise "liberal" edalı sayıldığı bu iki güneyli, CHP içinde hızla radikalleşmişlerdir. Her ikisi de, CHP yönetiminin partiyi kafeste tuttuğu iddiasındadır.
İster kadın duyarlılığı, ister kurum dışılık refleksi, ister şişkin ego ve hırs, ister bilinç duruluğu, nereye dayandırırsanız dayandırın, başkaldırıları haklı, gerçekçi ve meşrudur. Çünkü önerdikleri sivil siyasetin alanını genişletecek niteliktedir. Ne mi öneriyorlar?
CHP'de, AKP rejiminden çıkış için iki farklı taktiğin savaşımına tanık oluyoruz:
A) Baykal-Kılıçdaroğlu Taktiği: Referandum sonucuna dair "meşruiyet sorunu"nu joker olarak cepte taşımakla beraber, söz konusu sonucu yine de kabul etmek. Siyaseten oldukça "tuhaf" görünen bu durumu açıklayabilmek için de, 2019'da "Hayır" cephesinin başkan adayı olarak seçimlere katılacak kişinin, başkan seçildikten sonra yetkilerinden vazgeçerek, parlamenter rejime geri dönüşü sağlayacağını ileri sürmek.
Baykal gibi çok ciddi siyasi deneyim ve birikim sahibi olan birinin, önerdiği şekilde, birçok aday arasından sivrilip, "Hayır" cephesinin desteğini alıp, ardından da halk desteği ile başkan seçilecek kişinin, "bana, anayasanın verdiği sınırsız yetkileri kullanmaktan vazgeçiyorum" diyebileceğini ihtimal vermesi, elbette aklın alabileceği bir sonuç ya da pek gerçekçi bir çıkarım gibi görünmemekte.
O halde amaçlanan nedir?
AKP, iktidarının en zor dönemindedir. Fetö meselesi etrafında, islamcı kesim birbirini kırarak, iktidar alanını hızla daraltmakta. Tüm siyasal yapılar ve devlet kurumlarındaki dağılma ivmesi artarak devam edecektir. AB, ABD, kürt, Suriye, Rusya gibi yakıcı kategoriler, taşınması giderek zorlaşan yüklere dönüşmekte olup, buradan geri dönüş olamayacağına, Rusya da Suriye'yi teslim etmeyeceğine göre, zaten metal yorgunu* olan AKP, iki buçuk yıl için ruhunu teslim etme noktasına gelecektir. Ancak, AKP'nin göze alabileceği bir erken seçim ise, bu beklentinin en sıkı oyunbozanıdır.
Öyleyse, AKP'yi böyle bir karara sevkedecek her türlü siyasal kriz senaryosundan kaçınmak, iki buçuk yılı iyi kötü tamamlayıp, meyveleri toplamak en gerçekçi yoldur. Nitekim Kılıçdaroğlu, "Hayır" cephesinin bileşenleri ile görüşme turlarında bu uzlaşma zeminini sağlamayı amaçlıyor. Saadet Partisi ve Vatan Partisi ile kolayca uzlaşabildi. Sıra Akşener ve HDP'de...
Baykal ve CHP yönetimi bu şekilde rejim krizini derinleştirmekten kaçınarak, bir taşla üç kuş vurmayı hedefliyor: İktidrarı az bir zahmetle almak, krizin getireceği olası bir siyaset dışı müdahale riskini azaltmak ve her geçen gün, Baykal'ın dilinde daha da açıklık kazanan, Fransız yarı-başkanlık sistemine geçmek. 1958'de kabul edilen Fransız V. Cumhuriyet'inin yönetsel biçimi olan yarı-başkanlığın niçin ve hangi koşullarda kabul edildiği, bu yazının sınırları dışında ancak, Fransız sosyal demokrasininin (Sosyalistler), bu rejimde, II. Dünya Savaşı sonrasındaki altın yıllarını yaşadığı unutulmamalı. Zaten, Baykal da, başkanlık tartışmasına, ilk günden beri hep Fransa örneğine gönderme yaparak katıldı ve de katılmaya devam ediyor. 2019'da sezilecek "Hayır Cephesi" adayının, parlamentoyu yeniden güçlendireceği iddiasını da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Ancak yarı-başkanlık sisteminde böyle bir iddia siyaseten anlamlı ve tutarlıdır.
İyi de, bu taktik gerçekçi ve sonuç alıcı mıdır?
Güneyli bayanların buna yanıtı olumsuz.
b) "Güneyli Bayan" taktiği: Baykal-Kılıçdaroğlu yaklaşımının, krizi derinleştirmemek adına, sivil siyaseti meclis ile sınırlandırmalarının, aynı sivil siyasetin alanını daratmaktan başka bir işe yaramadığı, bunun da, demokrasinin tabanını geliştirmediği, tersine , her geçen gün törpülediği kanısındalar. Bu sürecin, gelinen son noktada (başkanlık referandumu), meclisi tamamen devre dışı bıraktığını görüp, çözümün meclis-dışı sivil alanın sinerjisine gereksinim duyduğunu düşünüyorlar. Meclis dışı sivil alan, öncelikle "sokak" demektir.
Eyvah!..
En tehlikeli sözcük; sokak.
Akla hemen 'darbe' geliyor. Öyle ya, sokaklar ne zaman hareketlendiyse, ardından darbe olmuştur. Oysa bu da, diğer birçoğu gibi, alelacele tespitlerden biridir. Oysa darbeyi önlemenin en etkin yolu, sokağı sivil siyasetin omurgası yapabilmekten geçer. Türkiye'deki askeri darbelerin tamamı, merkez sağ ve solun sokak siyaseti yapamaması, meclise sıkışıp kalmasının sonucudur. Merkez sağ ve muhafazakar kesimin siyasal pratik zemini "ev"dir. Kapı kapı dolaşan, bu mahrem alanın abi ve ablaların, kulaklara fısıldamak suretiyle gerçekleştirdikleri (68 ve 78 kuşağı solunun çokça konuşmasına rağmen bir türlü beceremediği) siyasi faaliyet yalnızca oya dönüşür, iktidara değil.
Seçimleri, bazen ezici bir farkla bile kazanmış olmanın, iktidar olabilme anlamı taşımadığınının en güzel kanıtı, siyasi tarihi defalarca "darbe" ile kesilmiş olup, bu nedenle de muhteşem bir kurumsal devamsızlık arzeden merkez sağ ve muhafazakar kesimdir. Ya merkez sol? Devleti kuran parti olan CHP'nin sokağı kontrol kaygısı hep sınırlı kalmıştır. Taşıdığı güçlü meşruiyet ve kurumsal derinlik, sokak siyasetine yönelmesinin önündeki temel engellerdendir. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül'ün siyasi ana nedeni CHP'nin, ana muhalefet partisi olarak sokağa hakim olamayışıdır. Bunun tek nispi istisnası ise 1973-1977 dönemidir. Bu tarihler arasında, CHP tarihin en geniş sokak açılımına yönelmiş ve bu dalga onu 1977'de, merkez solun şimdiye kadar bu ülkede ulaştığı en yüksek oy seviyesine (yüzde 41.5) taşıdığı gibi, 1977'de, seçimlere dört gün kala emekliye sevk edilen Kara Kuvvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun'un hazırladığı darbe girişiminin de önlenmesini sağlamıştır.
Sokağın dinamiği CHP'ye o denli güçlü bir meşruiyet getirmiştir ki, toplumun hemen tüm kesimlerinin desteğini, doğrudan ya da dolaylı almış olması bir yana, sağ kesimin "komünist" olarak yaftaladığı Ecevit, merkez sağdan hatırı sayılır bir transfer de yapmıştır. Ancak, iktidar olduktan sonra, CHP hızla sokakla flörtüne son vermiş ve siyasal yapı tekrar tıkanarak, 12 Eylül'ün yolu açılmıştır.
Oysa, yüksek tansiyon anında burun kanamasının, paniğe yol açıcı tatsız görüntüsüne rağmen, çok ciddi bir yaşam sigortası işlevi gördüğü bilinir. Tıkanmış siyasal rejimlerde aynı işlevi sokak görür. Fransa, 68 sarsıntısını, çok kısa bir tereddütten sonra, sokağın alanını daha da genişleterek aşmıştır. Üstelik, solun iktidarını hazırlamak pahasına kazanan Fransız demokrasisi olmuştur.
Her seçimden sonra, CHP örgütünün, AKP'ninki gibi ev ev dolaşmadığını, filanca sayıda miting yapamadığını falan iddia etmek, top çevirmektir. Sokak, ev gezme ve miting alanı doldurma becerisi değildir. Sosyal demokrasi eve gitmez, sokağa çağırır. Saadet lideri Temel Karamollaoğlu, içinden geçtiğimiz dönemin 27 mayıs öncesini çok çağrıştırdığını, hatta daha beteri olduğunu ama kendilerinin sokağa çıkmayacaklarını söylüyor. Boşluğa, o bile, çok sürpriz sayılabilecek ifadelerle işaret ediyor.
İşte, "güneyli bayan siyaseti", CHP'yi bu boşluğu doldurmaya yöneltip, sokağın denetimini sağlayarak, diğerlerini peşinden sürüklemektir. Muharrem İnce'nin sıklıkla dillendirdiği "direnme hakkı" aynı anlam alanındadır. Onlar, Baykal-Kılıçdaroğlu'nun, AKP rejimi ile uzlaşarak, kaleyi içerden fethetme projelerini ütopik buluyorlar.
Baykal ise, CHP'nin sokak siyaseti yapamayacağını, bu nedenle de sokağa hakim olamayacağını, güneyli sarışınların projesinin yalnızca fantezi olabileceğini düşünüyor. Onları oldukça "saftirik" buluyor (herhalde).
Ülkenin en büyük umudu olan CHP, tarihinde çok önemli kavşaklardan geçti. II. Dünya Savaşı'na girmeme, çok partili yaşama geçme, 1950'de iktidarı teslim etme, 1973'de islamcı partiyi iktidara taşıma kararları gibi, şimdi de önemli bir kavşaktadır: Mecliste beklemek ya da sokağa çıkmak...
CHP, sivil siyasetinh ana sigortası sokakla ilk büyük randevusunu Gezi'de kaçırdı. İlk sarışını da. Benim de eski dostum gazeteci arkadaşımız Mümtaz İdil'in ölümü üzerine, Tarhan'ın kaleme aldığı duygusal yazıya bir göz atın. Satır aralarında, siyaseten çok daha olgun birini göreceksiniz.
İkinci büyük randevu ise, referandum sonucuyla. Umardım kaçırmaz. Tabii, ikinci sarışını da. ABD, IMF, Bilkent üçgenindeki Böke'nin alerjik bulunduğu ve "Dişi Derviş" olduğu tespitlerdekindeki gerçeklik payı elbette küçümsenemez. Ancak, kitle partilerinde siyaset, Çinli aşçının yemek yapmasına benzer. Hem bakarsınız, erkek Derviş'in geliş yolunu döşediği AKP'nin gidiş yolunu da bir dişi Derviş döşer. Kim bilir?!
Peki, iki güneyli bayanın yolları kesişir mi?
Zor soru...
İyisi mi, ben yine de sosyal demokrasinin olmazsa olmazlarından biriyle bitireyim.
Evden oy, sokaktan iktidar çıkar.
* Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu kavramı bu yazı kaleme alındıktan sonra ilk grup konuşmasında "Metal eskimesi" olarak kullandı ve buna yakın bir saptama yaptı.