Çizgi: Tan Oral
Cumhurbaşkanı Erdoğan cuma günü İzmir’de yaptığı konuşmada ‘yeni ekonomi politikasını’ uzun uzun anlatıp, bunu eleştiren iktisatçıları “mandacı iktisatçı” olarak tanımlamaya, konuşmasında dönüp dönüp oklarını onlara yöneltmeye devam etti. Ona göre bu iktisatçılar, ‘yüksek faizi, enflasyonu, kur tuzaklarını ülkemizin kaderi gibi görüyordu’ ve buna teslimiyetçilikleri “öğrenilmiş bir çaresizlikti”.
Milli parayı iktidar eliyle değersizleştirme üzerine kurulu politikalara karşı çıkmak ‘mandacılık’ mı oluyor? Milli paranın enflasyona maruz kalarak değer kaybetmemesini ve ‘iyi para’ olmasını isteyenler ‘mandacı’, izlediği politikalarla ABD Doları’nın ‘iyi para’ olmasını isteyenler mi milli ve yerlici oluyor?
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Yatırım, istihdam, üretim politikalarının altını 19 yıldır inşa ediyoruz. Salgınla ortaya çıkan küresel ekonomik kriz bize bu dönüşümü hızlandırma şansı verdi. Yaptığımız bu fırsatı değerlendirmektir” diyordu.
Çaresizliğin mühimmatı
19 yıl boyunca başta IMF fonlarının ve tüm küresel sermaye akımlarının üzerinde sörf yapan ve meyvesini girdiği seçimlerde alan Erdoğan, sermayenin kesildiği koşullar veri iken anketlerde gerileyen oy tabanının çaresizliği içinde ‘eldeki tek tehlikeli kurşunu’ kullanıyor. Faizleri enflasyonun altına çekiyor. Faizleri siyasi direktifle Merkez Bankası eliyle düşürerek, üretim, ihracat, yatırım ve istihdam sağlama, enflasyonu düşürme gibi, “düğmeye basarak” hepsinin alınacağını sandığı bir hamleye girişiyor. Seçimlere bir buçuk yıl kala girişilen bu politikanın meyvesinin ise altı ayda alınması beklentisi olduğu anlaşılıyor.
Çaresiz biçimde Nasreddin Hoca’nın öyküsünde olduğu gibi “ya tutarsa” düşüncesiyle…
Faizlerin enflasyonun altına çekilmesiyle ne yazık ki kurun patlaması sürpriz değil. Yerçekimi hepimiz için bir “öğrenilmiş bir çaresizlik”, ama hiçbirimiz denemeye kalkmıyoruz. Kurumuş otlar bulunan ormana kibrit çakmıyoruz.
Bu yeni girişilen tehlikeli politikayı eleştiren iktisatçıların bilgi ve deneyimine dönük olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın giriştiği yaftalama “öğrenilmiş bir çaresizlik” oldu.
Enflasyon yüksek seyrederken faizlerin Merkez Bankası’nca iki buçuk ayda 4 puan indirilmesi, ilave olarak da bir faiz indiriminin de aralık ayında yapılacağının sinyalinin verilmesi TL’de büyük bir serbest düşüşe yol açtı. Cumhurbaşkanı’nın ağustos başında bir TV kanalında faiz indirimi konusunda, “Sinyalimi belli yerlerle vermiş oluyorum” dediği günden bugüne dolar kuru yüzde 50 artmış durumda. Bu seviyede kalırsa iktisatçıların hesabı yüzde 30’luk yansıma ile mevcut enflasyona 15 puan ilave olacak demek.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu
Parasına sahip çıkanlar ‘mandacı’
Dolarizasyonun ve güvensizliğin yüksek olduğu bir dönemde kendi ulusal parasını feda ederek bundan ekonomik fayda bekleyen bir politikanın ilk ağızda müthiş bir fiyat artış dalgası getireceği, enflasyonu patlatacağı çok açıktı. Nitekim iğneden ipliğe zam dalgası başladı.
Zam dalgası altında geçim sıkıntısına düşen halka anlatılan hikâye de yine, ‘raftan indirilen’ “dış güçler” retoriği oldu. Ankara siyasetinin işleri berbat ettiğinde koşarak yaslandığı “öğrenilmiş çaresizlik” budur.
Kamuoyu yoklamalarında sorulduğunda, ekonomik krizin ve pahalılığın nedeni olarak bu bahaneyi, yani “dış güçler”i satın alan yurttaşların oranı yüzde 10’u geçmiyor.
Türkiye 2013’ten bu yana ödemeler dengesinde giderek daralan bir finansman yapısı sergiliyor. Mevcut ithalatı ve dış ödemeleri için gereken finansman yetersiz kalırken, kurlar üzerine baskı oluşuyor; TL değer kaybediyor.
Dış güçler değil yerleşikler
Ülkeyi kötü yönettiği için iktidara güven azalıyor ve ülkenin yurttaşları da tasarruflarını döviz ve altına döndürüyor. Çok uzağa gitmeye gerek yok; Temmuz 2018’de geçilen ‘başkanlık rejimi’ öncesinde 160 milyar dolar seviyesinde olan yurtiçi yerleşiklerin döviz hesapları, şimdilerde 235 milyar dolarda. Üç buçuk yılda 75 milyar doları “dış güçler” değil, bu ülkenin yurttaşı satın aldı. Hem de boy ölçüsü olsun diye, o günden bugüne olan dönemin tamamında 36 milyar dolar cari açık olduğunu not düşelim.
Bizatihi dolarizasyonu destekleyen politikalardan birini, Cumhurbaşkanı’nın damat bakanı Berat Albayrak yapmıştı. 2018-2020 arasında kendi vatandaşından 50 milyar dolarlık döviz ve altın borçlanan, bu yolla döviz ve altın tutmayı cazip kılan iktidar, bunun sonuçlarını bizlere ‘dış güçler’ diye sunuyor. Bunlara itiraz edenleri “mandacı” ilan ediyor.
Gözde müteahhitlerine dövize endeksli gelir garantili ihaleler sunan, bu sözleşmelerin ihtilaf çözüm merciini Londra mahkemeleri olarak saptayan, ama bunlara itiraz eden ve “neden Türkiye’deki mahkemeler değil?” diye soranları “mandacı” olarak etiketleyen de aynı iktidar.
Ayrıca, kötü yönetimi perdelemek için vatandaşa “dış güçlerce ekonomik saldırı altındayız” gibi hikâyeler anlatıldıkça, “ekonomik kurtuluş savaşı” gibi tanımlamalarla sunuldukça vatandaş nezdindeki infial yükseltiliyor. Geçmişte böyle söylemlerin tonu yükseltildiğinde döviz ve altın birikimlerinin mali sistem dışına, yastık altına, kasalara, yurt dışına çıkarıldığı vaki.
Ankara’da politika yapıcılar öyle bir “öğrenilmiş çaresizlik” içindeler ki; ekonomi yönetimindeki bu ısrarlı yanlış politikanın ilk ortaya çıkan TL’deki sert düşüş, zam dalgası gibi sonuçlarını ‘muğlak bir karşıtlar grubu’na yıkmaya sarıldılar. Daha fazlası, bu söyleme kurumsal çerçevede bir ‘milli güvenlik’ sosu koymayı da ihmal etmediler.
128+12 milyar dolar
“Dış güçler” retoriğine MGK bildirisinde örtülü bir atıfla, kendi seçmeni nezdinde sözüm ona ‘resmi mühür’ konuluyordu.
Siyasi hedeflerle negatif reel faiz-devasa kredi büyümesi ile Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinden 128 milyar dolar, kamu bankalarından 12 milyar dolar rezerv eritildiğinde, ülkenin milli güvenliğinin en büyük “ekonomik güvenlik örtüsü” üstünden alındığında girmedi bu satırlar, açıklamalara.
Ama işler öyle olmuyor; riskli ve tehlikeli ekonomik politikayı ülkeye dayatıp rıza oluşturmak için “milli güvenlik” platformuna taşındığında, vatandaş nezdinde zımni olarak “olağanüstü hâl” gölgeli korku pompalanarak endişe yaratılıyor. Öyle ya, işlerin kötü gitme sebebi olarak dış güçleri gösteren bir iktidar yönetemiyor, kifayetsiz kalıyor, sonunda da faturayı vatandaşa uzatıyorsa ‘devamında ne gelebilir?’ korkusu da besleniyor.
Örnek isterseniz 2018 Brunson krizine bakmak yeterli olabilir.
2018’de Brunson krizi patlak verdiğinin ertesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bize ekonomik savaş ilan ettiler” diye konuştuğunda, bankacılık sisteminde 7,5 milyar dolarlık döviz hesabı azalışına tanık olduk. Merkez Bankası’nın efektif kasası ise 1,3 milyar dolar eksiliyordu.
Vatandaşın günlük yaşamında tanık olduğu; internet mecrasında, cep telefonunda saniyesinde izlediği patlayan kur tablosu, çoğu gazete ve TV yayınında yer almıyordu bile. Ankara’nın, ‘vatandaş görmezse canını sıkmaz’ varsayımı, ekonomiyi değil ama güvensizliği “şaha kaldırıyordu”.
Üzerine daha da tedirgin edici bir söylemle, sorunu kendi izlediği politikaların nedenselliğinden uzaklaştırmak için bahaneye bulayıp dışsallaştırınca işler daha kötü seyrediyor.
2018 krizinde, uluslararası siyasi bir kriz vardı. Rahip Brunson serbest bırakılıp faizler de 6 puan yukarı çekilerek TL değer kaybında zirveden aşağı çekilebilmişti.
Şimdi ne bir serbest bırakılacak bir rahip ne de faiz artıracak bir Merkez Bankası ve ona hükmeden bir irade var. Tersine, bizatihi kör gözüm parmağına, yüksek enflasyona karşı TL’yi korunmasız bırakan bir para politikası ve faiz indirimi var.
Peki ne oldu da bu kadar keskin bir özgüvenle ateşe benzin atma cesareti geldi?
Tabii ki geçmişte bol sermaye akışlarının olduğu dönemleri kerteriz alarak yapılmış olmalı. Zira o dönemlerde sermaye akımları yeniden girdiğinde kur sakinleşiyor, dalga aşılıyordu. Ancak ne yazık ki geçmiş deneyimler belli ki ‘kendinden menkul’ bir özgüven abidesi yaratmış. Ama sermaye akışı kesildiğinde aynı özgüven derin kırıklara yol açıyor. Bugün tanık olduğumuz gibi.
Devalüasyon-enflasyon sarmalı
Ankara’nın yarattığı girdap, hızla gelişen bir devalüasyon-enflasyon sarmaldır.
Ne yazık ki vatandaşı, şirketleri daha fazla biçimde TL’den kaçmaya yöneltecek bir sarmal.
Bu sarmaldan döviz kazandırıcı bir sonuç çıkmaz, tersine geniş bir halk kesiminin daha da yoksullaştığı, orta sınıfın yoksul kategorisine gerilediği bir sarmal genişliyor.
Bu yeni maceracı deneysel ekonomi politikasıyla Türkiye yeni bir eşiğe adım atmıştır.
Toplum nezdinde en başta enflasyon olmak üzere enkaz yaratma olasılığı çok daha büyük, çaresiz Ankara siyasetinin de kaybetmeye en yakın olduğu bir eşik.
Biz yurttaşlar, kaybetmenin arifesinde olan Ankara siyasetinin ‘öğrenilmiş çaresizliğinin’ zorlandığı eşikteyiz.