Birkaç yıldır, siyasetçilerin dillerinde yerleştiğini söyleyebileceğim; hatta hukuki düzenlemelere de akseden bir terim meselesiyle karşı karşıyayız: “Özgürlük-güvenlik dengesi”. Tabii, bu durumun sadece bir terim meselesi olarak tanımlanması yetersiz kalabilir.
Son AKP hükümetlerinin ve mevcut AKP ağırlıklı geçici hükümetin de, önde gelen temsilcilerinin farklı vesilelerle bu terim kalıbına atfen ortaya koydukları görüşler hayli yaygın. Buna Cumhurbaşkanı ve Başbakanı da dâhil etmek gerekir.
Örneğin son AKP hükümetinin programında şu amaca vurgu yapılmıştı: “Bundan önce olduğu gibi, bundan sonra da bireylerin, kurumların ve mülkiyetin güvenliğini, özgürlük ve güvenlik arasındaki hassas dengeyi dikkate alarak, insan haklarını ve evrensel değerleri esas alan bir asayiş ve güvenlik ortamının sağlanması temel amacımızdır.” (62. Hükümet Programı, 1 Eylül 2014, s. 39).
Bu yıl içinde kabul edilen ve basında “iç güvenlik yasası” olarak anılan düzenlemenin Genel Gerekçe metninde de, hemen ilk paragrafta, bu terim kalıbına yer verildiği görülür: “Son zamanlarda meydana gelen toplumsal olayların terör örgütlerinin propagandasına dönüşmesi, göstericilerin vatandaşlarımızın can güvenliklerini ve vücut bütünlüklerini tehdit etmesi, kamuya ve özel kişilere ait bina, araç ve mallara zarar vermesi, hatta yağma girişimlerinde bulunması özgürlük-güvenlik dengesini bozmadan yeni tedbirler alınmasını zorunlu kılmıştır.”
Bu terim kalıbıyla vurgulanmaya çalışılan nedir? Örneklere baktığımızda, verilmek istenen mesaj, ne ‘özgürlük’ ne de ‘güvenlik’ başlı başına yeterli ve kapsayıcı kavramlar değildir gibi bir algıyı güçlendirmeye çalışıyor denilebilir. Ve bu nedenle, aralarında bir ‘denge’ kurulması gerekir. Öte yandan, bu yaklaşımla, şu da savunulacak bir görüş olabilir: Sınırsız özgürlük yoktur, bunun doğurabileceği tehlikenin ya da güvenlik kaygısının idraki içinde hareket edilmesi gerekir. Buna karşı, aynı kalıp terimden hareketle, bundan önceki vurgunun tam tersi bir anlamı da dikkate almak düşünülebilir ve güvenlik kaygısının da, topyekûn bir güvenlik anlayışı içinde anlaşılması yerine, özgürlük hatlarının gerisinde durması gereken bir sınıra sahip olduğunun vurgulandığı belki ileri sürülebilir.
Böylece, ilk bakışta, sanki karşımızda bir ‘özgürlük-güvenlik terazisi’ varmış ve bu hep bu şekilde dengede dururmuş gibi düşünülse ve söylense de, aslında böyle bir hukuki ve siyasi tasavvurun sadece dile getiriliyor olması bile, birtakım sorunlardan azade bir konu değil. Tabii, böyle bir sorunun, ancak bir demokraside dert edinilecek cinsten olduğunu da gözden uzak tutmamak lazım.
Zira böyle bir terimin terennüm edilmesiyle, hukuki ve siyasi bakımdan, özgürlük ve güvenlik kaygıları arasında, adeta mevzun ve mütenasip bir denklem kurulduğu izlenimi uyandırılmaya çalışılsa da, cephedeki bu algının geri planındaki hesap, her özgürlüğün bir güvenlik gerekçesiyle sınırlandırılabileceği hatta kayıtlanabileceğinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, bu ‘dengeci’ bakış sayesinde, her özgürlük için adeta Damoklesin Kılıcı misali bir ‘güvenlik’ parametresi geçerli kılınmaya çalışılır.
Sonuçta, söz konusu olan hangi özgürlük olursa olsun, onun mutlaka bir ‘güvenlik’ gerekçesiyle sınırlanabileceği gibi bir politikanın yüceltilmesi, böyle bir söylemin güçlendirilmesi ve bir demokrasi için esas kabul edilen özgürlüklerin kullanılması gibi bir eylem, buna tamamen karşı bir söylemle ve adeta ‘yasallık’ kıyafeti giydirilerek kuşatılmaya, boğulmaya çalışılır. Bu politikanın geri planı nettir: Her özgürlük kullanımı aslında bir güvenlik tehdididir!
Son yılların, topluma mal olmuş belli başlı büyük insani kayıplarının ve ortaya çıkan mağduriyetin aslında nasıl da, denge filan tanımayan, kaba bir güvenlik zehabına kapılarak gerçekleştiğini daha sonraki açıklamalarla görmedik mi?
Bu politika ve böyle bir politik söylem, yasalara da aksedebilir veya yargısal kararlara da uzanabilir. Ama bu, onun, demokratik bir ölçüyle ‘hukuki’ sayılacağı anlamına da gelmez. Tabii, kendinden menkul demokrasi tartışmalarına girişen bazı kibirli yorumcular, Türkiye’nin son yıllarda, Cumhuriyet tarihinde emsali görülmemiş bir ‘ihtilâl’ yaşamakta olduğundan dem vurup hukuku küçümseme ve sulandırmanın birer cevval savunucusu olsalar da, bu ‘dengeci’ söylem ve uygulama, açıkça hukuka karşı bir söylemin etkili kılınmaya çalışılmasından başka bir anlam taşımaz.
Biraz kitap karıştırınca, bu tür bir bakışın, aslında daha 1920’lerin Avrupa siyasi düşüncesinde izlerinin yeşerdiği bir otoritarizmin değirmenine su taşımak anlamına geldiğini keşfetmek zor değildir. Üstelik o düşüncenin mimarlarının nasyonal sosyalizmle uzlaşmış olması gibi bir gerçek de kimin umurundadır?
Dolayısıyla yargının, demokratça bir tasarımla, sadece ‘üçüncü taraf’ olma karakteriyle bir güç ve meşruiyet taşıması, bunun, bir demokraside hayati bir önem ifade eden işlevini küçümseyerek, yürütmenin (ve siyasi iktidarın) mutlak ve hatta kalıcı üstünlüğünü yüceltmenin, ‘olgun demokrasilere’ özgü bir haslet gibi takdim edildiğini görürsünüz. Ve bu olağanüstülük hâli, ‘özgürlük-güvenlik’ gibi sözde bir dengenin değil, devletin yapısal varlığı ve işleyişinin ana organları arasında bulunması gereken erkler arası dengenin dengesizliğe dönüştürülmesinin zeminini oluşturur. Ama gün, hukuku araçsallaştırmak ve kişisel menfaatperverliğin gemileriyle enginlere açılmada, faydacılığın direklerine tırmanma günü olduğu için, tarih ve hukuku kim umursar?
Bu tür hukuki cambazlıkları dillerde ve kâğıtlarda parlatmaya çalışırken nasıl da darbeci bir hukukun kanatları altına girildiğini ise, askeri vesayetle mücadelenin asil şövalyelerinin bile fark etmemesi, toplumun, en azından demokratik bir tasavvura sahip olması bakımından, hazin ve gerçekten ironik bir durumdur.
12 Eylül darbecilerinin anayasasının özgün metninde, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasıyla ilgili Madde 13 metninde şöyle bir hüküm vardı “Bu maddede yer alan genel sınırlama sebepleri temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerlidir.” O maddede yazılı “genel sınırlama sebepleri” ise şöyleydi: “Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğinin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunlarla sınırlanabilir.” Bütün hak ve özgürlüklerin o anılan sebeplerle, külliyen sınırlanmaya kalkışılması, zaten bunların tanınmaması anlamına geliyordu.
O Madde 13 hükmü, 2001 yılındaki kapsamlı Anayasa değişiklikleriyle tamamen değiştirildi ve sadece şu hükme sahip kılındı: “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
Aradaki ince ve demokrasiye meyletmiş farkı okuyabiliyor musunuz?
Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasıyla ilgili, halen yürürlükte olan bu hükmü “özgürlük-güvenlik dengesi” gibi, 12 Eylül darbecilerinin anayasanın özgün metnine yerleştirdikleri o güvenlik saplantısına bağlı terim kalıbını reddeden bir hükümdür.
Peki, o halde, nasıl oluyor da, hukuka ve böyle bir anayasa normuna rağmen, Türkiye’nin siyasetçileri, bazı hukukçuları, mahir siyasi yorumcuları yukarda aktardığım gibi, adeta bir ilahi denge metaforundan hareketle, tamamen özgürlüğü kayıt altına alma hedefinin yollarına taşlar döşeyebiliyor ve o darbeci maziyi kutsayabiliyor? Ve ifade, toplantı, barışçı gösteri, siyasi katılım ve örgütlenme özgürlüklerini minimize ederek, tüm özgürlüklerimiz üzerinde bir ‘güvenlik’ pençesi yaratmaya çalışabiliyorlar?