27 Nisan 2021

Yıldırım Akbulut'u tanırsak günümüzü daha iyi anlarız

Akbulut zamanında bildiriler/duyurular yayınlandı, ama kimse darbecilikle/vatan hainliği ile suçlanmadı. Gazeteci, siyasetçi, aydın, sanatçı ne söylemiş olursa olsun, hiç 'bedelini ödeyecekler' tehdit ve talimatıyla karşı karşıya kalmadı

Yıldırım Akbulut, Cumhuriyetimizin 20. Başbakanıydı. 14 Nisan'da yaşamını yitirdi. Ve 15 Nisan Perşembe günü, devlet zirvesinin katıldığı bir törenle, Ankara'da toprağa verildi. Gazeteler, Sayın Erdoğan'ın Sayın Kılıçdaroğlu'nu hiç selamlamadan saf tuttuğunu yazdı. Ayrıca, yine Erdoğan'ın Akbulut için, "En büyük özelliği tevazusuydu" dediği açıklandı. Evet, tevazu onun bilinen bir özelliğiydi, ama Başbakan sıfatıyla yaptıkları çok daha önemliydi. Nitekim, değerli gazeteci Sedat Ergin, "Yıldırım Akbulut'a veda etmek" başlıklı (17.04.2021) yazısında bu gerçeği anlatıyordu. Örneğin, Birinci Körfez Savaşı'nda, Özal 'bir koyup üç almak' için, ABD yanında saf tutmak istiyordu. Akbulut bu yaklaşıma hiç sıcak bakmadı, hep mesafeli durdu. Ve sonuçta, Genelkurmay ile Dışişleri kadrosu maceraya karşı olduğu için, Özal'ı frenleme imkânı doğdu.

Benzer bir durum, Zonguldak maden işçilerinin zam isteği gösterilerinde yaşandı. İşçiler Ankara yürüyüşüne başlamıştı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, zam verilmesine kesinlikle karşıydı. Oysa, Akbulut sorunu çözebilmek için Abant'a kadar gitti. Ve sendikacılarla görüşerek, zam isteğini kabul etti. Yani, 'beni buraya Özal getirdi, ne istiyorsa yapmam gerekir' demedi. Doğru bildiği yolda yürüyerek, barışçı bir çözüm üretti. Dolayısıyla, Akbulut'u salt tevazu vurgusuyla anmak eksiktir, yanlıştır. Onun bu özelliği mutlaka öne çıkarılmalıdır. İşte, söz konusu yazısında Sedat Ergin bunu yapmış ve çok doğru yapmış.

Elbette Akbulut, Başbakanlık ve ANAP Genel Başkanlığı görevlerine Cumhurbaşkanlığı'na çıkan Özal tarafından getirilmesinin bedelini ödedi. Önemli bir bölümü haklı olan ANAP'lı yıllara ilişkin eleştirilerinden payına düşeni aldı. Ancak şimdi ben, her zaman 'çözüm üretme sanatı' saydığım avukatlık görevim sırasında, Akbulut'la yaşanmış bir örneği aktarıp anlatmak istiyorum. Günümüzden yaklaşık 34 yıl kadar önceydi. Yine inanılmaz bir yargı klasiği yaşıyorduk. Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) yöneticileri Nihat Sargın ve Haydar Kutlu, siyasal çalışmalarını Türkiye'de yürütmek için, yurda döneceklerini açıklamışlardı. 16 Kasım 1987 günü çok sayıda Avrupalı hukukçu, yazar, siyasetçi, gazeteci ile birlikte Ankara Esenboğa Havalimanı'na indiler. Ama, o tarihte Ankara'da hukuk tanımayan, demokrasiye nefes aldırmayan bir DGM Savcısı (Nusret Demiral) vardı. "Soruşturmanın günahı ve vebali bana aittir" açıklamasıyla, Sargın ve Kutlu'yu uçaktan gözaltına aldırdı. Uzun/işkenceli ve çok şaibeli bir sorgudan sonra, 5 Aralık 1987 günü DGM önüne çıkarıldılar ve tutuklandılar. Sonra, (o günkü) TCK'nun 141/142. maddelerini ihlal suçlamasıyla dava açıldı. Tabii, DGM bütün DGM'ler gibi acımasızdı. 10 ay, 20 ay, 30 ay geçmesine rağmen tutukluluk kaldırılmadı, zulüm uygulandı. İmza kampanyaları, eleştiriler, açıklamalar, başvurular birbirini izliyor, DGM hiç aldırmıyordu. Sonunda, Sargın ve Kutlu 7 Nisan 1990 günü, 141/142/163. maddelerin kaldırılması isteğiyle süresiz açlık grevi/ölüm orucu başlattı.

Böylece, müdafilik görevi yürüten avukatlar sıfatıyla, yeni bir sorunla karşılaştık. Müvekkillerimiz siyasete soyunmuş insanlardı. Eğer çözüm üretilemezse, yaşamlarını yitirebilirlerdi. Durumu müzakere ettik. 141/142. maddelerin Bakanlar Kurulu gündemine alınması için, Adalet Bakanı'yla görüşmeye karar verdik.

24 Nisan 1990 günü bakan Oltan Sungurlu'yu aradım. Ölümle sonuçlanma olasılığını vurgulayarak, bunun müvekkillerimiz için ve sonuçta ANAP iktidarı ile Türkiye için bir felaket olacağını anlattım. Sungurlu "İyi ama ne yapabilirim" sorusunu sordu. Ben, "Yarın sabah bakanlığa gelirim, görüşürüz. Siz 141/142. maddeleri Bakanlar Kurulu'na getireceğinizi söylersiniz, biz durumu müvekkillerimize ileterek ve gelişmeleri izlemek için ölüm orucuna ara vermelerini isteyerek, onurlu bir dönüş sağlamış oluruz" dedim.

Bakan Sungurlu bunu yapabileceğini belirtti. 25 Nisan sabahı bakanlık odasına girdim. Bakan Sungurlu, "Size söz verdim ama, önerdiğiniz şeyi yapamayacağım"  dedi. Nedenini sordum. Komünistlere yardımcı olmuş sayılacağı ve partiden dışlanacağı yolunda uyarılar aldığını söyledi. Ve öneriyi Bakanlar Kurulu'na getirmesi için Dışişleri Bakanı Ali Bozer'e rica ettiğini, ama ikna edemediğini belirtti. Yani, kaş yapalım derken göz çıkarmış olacaktık. Bu durum duyulacak ve hepten kilitlenme yaratacaktı. Bu olasılığı mutlaka önlememiz gerekiyordu.

Hemen, Başbakan Akbulut'u (o gün) görebilme imkânı sağlanmasını istedim. 25 Nisan Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş yıldönümüydü. Bakan Sungurlu, Başbakan'ın da törene geleceğini söyledi. "Birlikte gidelim, öğleden sonrası için size randevu alırız" dedi. Gerçekten öyle oldu. Akbulut saat 14.00'e randevu verdi. Bu gelişmeyi, DGM başkanı ile üyelerine, bir biçimde duyurmanın yararlı olacağı açıktı. Hemen taksiye atlayıp yetiştim. Böylece, tükenmez kalemle yazılmış bir tahliye dilekçesini başkana havale ettirirken, öğleden sonra gerçekleşecek görüşmeyi duyurma imkânı doğdu.

Önce, Sungurlu ile yaşanan gelişmeyi anlatınca, Başbakan Akbulut çok şaşırdı. Ve "Ne varmış bunda" diyerek tepkisini ortaya koydu. Sonra, hiç duraksamadan, "Bugünkü Bakanlar Kurulu toplantısı için, 141/142. maddeleri ben gündeme getireceğim" dedi. Hükümet Sözcüsü'nün akşam gerekli açıklamayı yapacağını söyledi. Ve cezaevine gidip müvekkillerimize bilgi vermemizi istedi. Akşam haberlerini dinleyerek, gerekli değerlendirmeyi yapabileceklerini belirtti, "Yapsınlar" dedi.

Ayrıca, devletin temellerini din esasına dayalı örgüt kurmayı ve aynı amaçla propaganda yapmayı yasaklayan (765 sayılı TCK'nun) 163. maddesi için ne düşündüğümü sordu. Ben, hiç tartışmasız, 163. maddeyi 141/142. maddelerle birlikte ele almak gerektiğini söyledim. Anlattım, uygulamadan örnekler verdim. Dinledi, teşekkür etti. İzin isteyip ayrıldım.

Derhal Ankara Cezaevi'ne yetişip durumu açıkladım. Gerçekten, Hükümet Sözcüsü (akşam haberlerinde) TCK'nun 141/142 ve 163. maddelerinin Bakanlar Kurulu gündemine alındığını duyurdu. Müvekkillerimiz de, başlattıkları ölüm orucuna ara verdi. DGM tükenmez kalemle yazılan dilekçeye "Duruşmada değerlendirilsin" şerhi koymuştu. Duruşma 4 Mayıs günü yapılacaktı. İşte o gün, 141/142. maddelerin Bakanlar Kurulu gündemine alınmış olduğu gerekçesiyle ve tutuklamadan 900 gün sonra tahliye kararı verildi.

Hemen belirtelim ki, yaşadığımız bu süreci, günümüzde sıkça denendiği gibi, 'şunu yaptık/bunu yaptık' demek için değil, o günle/bugünü karşılaştırmanızı sağlamak için anlattım. Elbette, avukat belli veya olası işe/işlere talip olabilmek amacıyla, reklam niteliği taşıyan açıklama yapmaz, yapamaz. Örneğin, 'Büromuzda şu kadar dosya var, şu sayıda avukatla çalışıyoruz' denilmez, denilemez. Medyaya çıkıp 'falancanın/feşmekancanın müdafii olduğunu' belirterek söze başlanması veya ünlü birinin ifadeye çağrıldığı öğrenilince, "Birlikte gidebilir miyiz" diye tweet atılması olacak şey değildir. Hatta, belli veya olası işlere talip olduğunu gösterecek şekilde, yaşanmış bir örneğin anlatılması da kabul edilemez.

Ama, yaşamını yitiren bir Başbakan'ın doğru tanınması ve tevazunun çok ötesinde nitelikler taşıdığının açıklanması gerekiyordu. Örneğin, ifade özgürlüğünü hep saygıyla karşıladı. Hakkında çizilen karikatürlere, anlatılan fıkralara hiç kızmadı. En sert eleştiriler için bile dava açmadı, açtırmadı. Toplantıları/gösterileri baskılamadı, yasaklamadı. Toma, tank, jemse, cop, gaz, basınçlı su, mermi kullandırmaya kalkmadı.

Bugün 5 kişi, 15 kişi, 20 kişi bir araya geldiğinde, neler yaşandığını düşünerek karşılaştırma yapılsın yeter. Akbulut zamanında bildiriler/duyurular yayınlandı, ama kimse darbecilikle/vatan hainliği ile suçlanmadı. Gazeteci, siyasetçi, aydın, sanatçı ne söylemiş olursa olsun, hiç 'bedelini ödeyecekler' tehdit ve talimatıyla karşı karşıya kalmadı. Tam tersi, bizim olayımızda (bugün hayal bile edemeyeceğimiz) özgürlüğe giden bir adım atıldı. Dolayısıyla, AİHM kararlarına rağmen, başta Selahattin Demirtaş / Osman Kavala olmak üzere, ana muhalefet lideri ile üst yöneticilerine ve başka siyasetçilere yapılanlara, yazılan fezlekelere bakarak, Akbulut'u doğru tanımamız gerekiyordu. Biz, bu görevi yerine getirmeye çalıştık. Anlayışla karşılanmasını bekliyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları

AYM kararları varken Taksim 1 Mayıs'a kapatılamaz

Eğer yürütme de Türkiye Cumhuriyeti'nin (halen) bir hukuk devleti olduğuna inanıyorsa, artık Taksim'in 1 Mayıslara kapatılamayacağını görüp kabul etmesi gerekir. Ben, 1977 provokasyonunu bizzat yaşamış bir hukukçu olarak, böyle bir anlayış bekliyorum

Eski Anayasa Mahkemesi üyesi Prof. Dr. Fazıl Sağlam fakülte açılış dersinde Yargıtay'ın Atalay kararını eleştiriyor

Düşündüm ki, bu ders notlarını kamu bilgisine sunmak önemli bir görevdir. Değerli dostum Fazıl Sağlam'a telefon ederek izin istedim ve bu izni aldım. Şimdi, AYM kararını yok sayarak, ısrarla Anayasanın 14 maddesini öne çıkaran TBMM Başkanı ile Adalet Bakanı'nın ve asıl önemlisi Yargıtay 3. Ceza Dairesi ile 4. Ceza Dairesi üyeleriyle başkalarına "Buyurun, okuyun" diyerek, bir hukuk fakültesinde verilen açılış dersini bilgilerine sunuyorum

Seçimler şaibe kaldırmaz, o öneriler yasalaşmamalıdır

Partili Cumhurbaşkanına, seçim döneminde devletin bütün imkanlarını kullanarak, propaganda yapma imkanı tanıyorlar. Özellikle bu öneri, dürüst, adaletli ve eşitlikçi seçim ilkesine aykırıdır. Asla kabul edilemez. Mutlaka geri çekilmelidir

"
"