Her gün yeni bir fiyasko, büyük bir skandal, bir trajediyle güne başlıyor veya günü tamamlıyoruz artık.
Derimiz kalın, hiçbir olay üzerimizde durmuyor… Yağ gibi akıp giderken bir yenisiyle daha karşılaşıyoruz.
Son dönemin en büyük skandallarından biri de şüphesiz Somali Cumhurbaşkanı'nın oğlu için düzenlenen "organizasyon"du.
Kısaca hatırlayalım…
İstanbul'da Somali Cumhurbaşkanı'nın oğlu Muhammed Hasan Şeyh Muhammed'in yaptığı trafik kazası sonucu motokurye Yunus Emre Göçer hayatını kaybetmişti.
Somali Cumhurbaşkanı'nın oğlu Türkiye'de diplomatik plakalı araç kullanıyordu, cebinde de gerekçesi belirsiz bir ikamet izni vardı.
Bu araçla motokuryeye arkadan çarpmış ve ölümüne neden olmuştu.
Ama tutanağa "kusurlu taraf" olarak motokurye yazılmıştı!
Ve bu süreçte zanlı ülkeyi terk etti.
Kazanın ardından yaşamını yitiren Göçer'in eşine polis "Kocanız intihar etti ve hayatını kaybetti" dedi.
Bu işi organize edenlerde, Yunus Emre Göçer'in evde bir otizmli çocuğu bulunduğu, ekonomik zorluklarla mücadele ederek ailesini geçindirme çabasında olduğu bilgileri "intihar yalanı"nın kolay tutacağı inancı yaratmış olsa gerek!
Ama öyle olmadı.
Ailesi ve arkadaşları ikna olmadı bu intihar iddiasına, peşine düştü ve ortaya böylesi bir devlet soslu, bir insanın da ölümüyle sonuçlanmış skandal döküldü.
Ardından bakanlara yöneltilen sorular "gündemimiz Filistin" denilerek silkelendi!
Fakat kamuoyu susmuyordu; susmamak, kamuoyu oluşturmak bizim gibi ülkelerde yaşamsal önem taşıyor, yoksa kanun, kitap hakkınızı aramaya yetmiyor!
O esnada olay yeri görüntüleri ve tanıklar ortaya çıktı, kaçanın "asli kusurlu" olduğu belirlendi, derhal tutuklanacaktı ama gelin görün ki çoktan serbest bırakılmıştı, adresinde bulunamadı!
Tipik bir Türkiye özeti gibi!
Şimdi…
Mecburi açıklamalar geliyor art arda.
Adalet Bakanı "Sanık Somali'den getirilecek" diyor.
Somali Cumhurbaşkanı "Oğlumun bir işi vardı ondan geldi" diyor.
Bu olay gündem olduğu için ihtimal birtakım yaptırımlar uygulanacak, ama gündem olmasaydı ölen öldüğüyle kalacak ve Somalili Şeyh Muhammed de hayatına aynen devam edecekti.
Büyük bir kayıp, zaten ailede hâlihazırda yaşanan zorluklarla birleşecek ve devlet Göçer ailesini yapayalnız ve koskoca bir mağduriyetle baş başa bırakılacaktı.
Bu defa "şansa" tutmadı senaryo!
Devlet, içindeki "suçluları", sadece tutanağı tutan iki polisin soruşturulmasıyla temizlediği iddiasında. Oysa biz Türkiyeliler çok iyi biliriz ki böyle bir olay tepeden aşağıya işleyen bir sistemin organizasyonudur.
Peki vatandaş için "sorumlular kimlerdir", yani bu olay ortaya çıktığında kime yönelmiştir tepkiler?
Ona da bakalım isterim.
İlginçtir; bu cinayetin hesabı Müge Anlı'ya kesilmiş gibi duruyor.
Neden, çünkü aile bu işi aydınlatması için Müge Anlı'ya gitmiş ama programa alınmamıştı.
Şimdi burada insan gerçekten hayrete düşüyor. Neden mi, buyrunuz…
Çünkü Müge anlı yıllardır ana akım medyada program yapan, asla politik meselelere girmeyen, girmeyi de bırakın bu konularda otosansürü hızla devreye sokan, devletle ilişkilerinin iyi olmasını önemseyen, kariyeri boyunca tek bir güçlüyle karşı karşıya kalmamış, tek bir erkin yarattığı mağduriyeti ortaya çıkartmamış biri. Ki aksi durumda o kanallarda, bunca yıldır program filan yaptırmazlardı ona.
Program formatı bile tartışmalı.
Peki biz bu profile neden kızıyoruz?
Bize vaat ettiği "hak arayıcılığını" yerine getirmediği için mi?
Böyle bir vaadi, iddiası olmayan birine neden yöneliyoruz? Ortada koskoca bir devlet yapısı makamlarıyla dururken, karar alma ve uygulama yetkisi elinde olanı bırakıp Müge Anlı'ya yürüyoruz!
Abes tabii!
Doğrumuzu, yanlışımızı, muhatabımızı bile şaşırmışlığımızın ispatı.
Ama daha da önemlisi, Yunus Emre Göçer'in öldürülmesi ve ardından yaşananlar bize şirazeden çıkmış Türkiye'nin durumunu da tek karede özetler nitelikte. Öyle bir Türkiye ki, Yunus Emre Göçer'lerin Yunus Emre'nin dizeleriyle dile gelen yazgısını, 800 yıl sonra hâlâ yokluğun, yoksunluğun, yoksulluğun alnına yazıyor:
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar…
Tuğçe Tatari kimdir?
Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.
Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.
Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor.
|