19 Kasım 2022

Türkiye, büyüyen çatlağının uçurumuna yuvarlanırken sorulamayan sorular...

Benim de sorularım çok ama cevapları yok, çünkü soru sorma hakkım bile yok!

Geçen hafta Taksim'de bir bombalı saldırı yaşandı, biliyorsunuz.
Tüm ülke hem üzüntüyü hem endişeyi iliklerimize kadar hissettik.
Fakat maalesef ölenlerin yasına, yaralıların acısına ortak olamadık.

Neden mi?
Çünkü 'Bu saldırıyı kim gerçekleştirdi' ülkece bu sorunun peşine düştük!
Bilginin saklandığı, kısıtlandığı, otoriteye olan güvenin tükendiği yerde teorinin her türlüsü ürer, normaldir de…
Kimi akla yatkın, kimi uçuk, kimi bağlamından kopuk tonla komplo teorisi okuduk ve hatta kendimiz de bazılarına kapıldık, belki de düşüncelerimizde daha fazlasını bile ürettik.
Çünkü ilk andan itibaren kesilen internet bağlantılarımızla haber alma hakkımız da gasp edilmişti…

Ardından yayınlanan, servis edilen hiçbir şeye de kolay ikna edilemez kılındık.
Terör eylemini gerçekleştiren kadının suratındaki benleri bile inceledik, teninin rengi, elinde taşıdığı güle kadar sorguladık.
Koşma anının 'İstiklal Caddesi'ne girerken mi çıkarken mi' olduğunu, yakalandığında giydiği kıyafeti, yakalandığı evin perdelerini bile inceledik.

Yalan mı?
Kaçınız yapmadı bu saydıklarımı?
Uzmanı olmadığımız halde birer terör uzmanı gibi her görüntüyü, her açıklamayı her detayı şüpheyle inceledik.

Açıkçası saldırının yaşandığı andan beri ben de bu konuya kafa yoranlardanım, gece-gündüz okuyorum, izliyorum ve çok daha büyük bir cevapsız sorular kümesine hapsolmuş durumdayım.

Her kesimin düşüncesini okumaya, ne demek istediğini anlamaya çalışıyorum. Servis edilen sorgu ifadelerini okuyorum…
Neden yapıyorum bunu, diye de kendi kendimi sorguluyorum.

Bu büyük güvensizliği oluşturan unsurları alt alta diziyorum ama yine de net bir cevaba ulaşamıyorum. Bir yandan da nasıl ulaşabilirim ki bu cevaplara, mesleğimin ilk kuralı olan muhataplarına soru sorma hakkımı dahi kullanamıyorken, diyorum.

Ama tüm bunların yanında…
Ülkenin yaşadığı kutuplaşmanın derinliğine ve bu kutuplaşmanın yanı sıra yaşanan cinnet haline rağmen her şey normalmiş, olağan akışındaymış gibi yaşama devam etme halinin...
Bu durumun ne kadar daha sürdürülebilir olduğu sorusunun da cevabını veremiyorum.

Sorulamayan sorulara kendi kafamda, kendi dünyamdan, kendi algılarımın yettiğince cevap aramaktan yorgunum.
Yani baştan sonuçsuz bir çaba içindeyiz çoğumuz!

Bir yandan da bu fazlasıyla anormal sorgulama ve ikna olmama halini de yaşamıyormuşçasına devam ediyor hayat, hayatlarımız.
Hatta çok kısa bir süre sonra gündemimiz değişecek, bu konuyu da unutacağız biliyorum…

Bakın, çok üzücü bir olay yaşadık ama hakkını vererek üzülemedik bile.
Bir kesim ki, bu kesim azımsanamayacak bir kitledir bana göre… Sadece muhalifler de değil kendini 'orta yolcu' konumlandırmaya çalışanlar ve hatta bazı iktidar yanlıları dahil, saldırının ardından 'Acaba seçimi manipüle etmek için organize edilmiş bir saldırı mı bu' diye açıktan veya ima ederek bu şüphesini ortaya koyuyor. Ki bu ülkede böyle bir düşünceyi ortaya koymak ateşten gömlek giymeye eş değerdir!

Yine de koyuyorlar bir şekilde..
Öyle az buz bir şüphe de değil bu.
Hepimizin canını etkileyecek kadar büyük bir şüphe.
Bu düşünce, bu yakıştırma veya bu şüphe, adına her ne derseniz deyin, sindirip de beraber yaşaması korkunç zorlukta bir yaşamı beraberinde getiriyor.
Çünkü meali 'kendi kendini vurmak' anlamına geliyor ve sadece bir anlık soru bulutu bile vatandaş olarak donup kalmanıza neden oluyor.

Zaten bu düşünceyi sorgulatan da 'yaratılan bu korku iklimi' değil mi diye soruyor insan, yine ve sadece kendi kendine tabii.
Zaten mevcut olan korkunun, endişenin üzerine katlarca fazlası biniyor, bindiriliyor…
Fakat diğer yandan bakıyorsun bir kesim için bu patlama ve ardından yaşananlar, ortaya çıkan detaylar asla sorgu gerektirmeyecek kadar net…

Ve 'devletimiz ne diyorsa doğrudur'dan öte sorgulayan, soru soran veya ikna olmayanlara karşı duyulan büyük öfke gözle görülebiliyor.
Sorgulayanlar daha devlete kalmadan o vatandaşlar tarafından 'terör yanlısı' olmakla suçlanıyor.

İşte belki de tüm yaşadıklarımızın, tüm acılarımızın ortak cevabı da burada gizli…
Ama çok da açamıyoruz, konuşamıyoruz, tartışamıyoruz… Çünkü suçlu kabul edilmekten korkuyoruz. Korku en insani, en doğal hislerden… Kimse de korktuğu için ezilip büzülecek değil elbette!
Daha okul çağında öğrendiğimiz soru sormadan cevaplara ulaşmanın imkânsızlığı gerçeği içinde kıvranıp duruyoruz. Bu dönemi adlandıracak en güzel tanımlardan biridir bana göre 'kıvranmak…'

Sonuçta bir bomba patlıyor ve ülke ikiye bölünüyor...
Kimi, kati surette yaşanan bu korkunç olayı mevcut hükümet yönetimindeki devlete yazıyor…
Kimi, kati suretle muhatapları reddetse dahi mevcut hükümet yönetimindeki devletin sözüne soru işareti koymuyor.
Ve bu iki kutup arasında olmayanlar da sancı içinde kıvranarak yaşamaya çalışıyor. İşte toplumun içinde bulunduğu cinnet hali de bu yaşanan acı örnekle bir kere daha olanca netliğiyle ortaya çıkıyor.

Benim de sorularım çok ama cevapları yok…
Çünkü soru sorma hakkım bile yok!

Oysa neydi, bir ülkede yaşanan acı ortak acımızdı, böylesi korkunç bir saldırı karşısında tekvücut olunur, yaralar beraber sarılırdı…
Soru sorulur cevabı net bir şekilde alınırdı…
En azından normali buydu, olması gereken de buydu.
Ama olmuyordu işte! Olamıyordu!
Peki ama normalden bu kadar kopmuşsa bir ülke, bu anormalliği ne kadar daha taşıyabilir, bu anormallikle ne kadar daha yaşama devam edebilirdi…
Bu sorunun cevabını verebilecek olana da şapka çıkartmak lazımdı!

Tuğçe Tatari kimdir?

Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.

Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.

Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına “mesafeli” durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. “Eski ana akım medyada yasaklı” konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen “yasaklı yayınlar” arasında bulunan “Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim” adlı bir kitabı bulunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Huysuz Virjin'i yaşatmak neden önemli?

Armağan Çağlayan’ın ‘Seyfi Bey’ adlı tek kişilik biyografik oyununu izlerken hem politik hem magazinel hem de toplumsal meselelerin kısa tarihini izlemiş gibi oldum… ‘Huysuz Virjin’ Seyfi Dursunoğlu’nun Türkiye sanat dünyasına devrim yaparak girişi ve yasaklanarak çıkışı arasında izlediğiniz, hüzünlü yakın geçmişimiz de oluyor aslında

Nerede o eski savaş muhabirleri!

Suriye’de yaşanan savaşta Türkiye ilk günden beri aktif rol oynuyor. Ve bizim neredeyse hemen hiç savaş muhabirimiz yok!

Olası barış sürecine nasıl destek olabiliriz?

Bilmediğimiz, anlamadığımız, doğrulatamadığımız, muhatapların da anlamaya çalıştığı, belirsiz, ‘ağır çekim’ bir süreçteyiz. Evet barıştan yanayız, aksi düşünülemez bile. Ancak bu koşullarda ve bu aşamada barış için verebileceğimiz tek destek, sadece sessizce izlemek olacaktır…

"
"