Geride bıraktığımız yıllarda AK Parti’nin icraatından biri de Huysuz Virjin’e ekran yasağı koymak olmuştu.
Ne tuhaf değil mi, iktidar oluyorsunuz ve bir sanatçıya kafayı takıyorsunuz, “bir daha ekranlarda görmek istemiyorum” diyorsunuz.
Bu bile başlı başına ‘hastalığın tanısını koymaya’ yeterli bana göre… Çoğunluğun aksine Seyfi Dursunoğlu’nun canlandırdığı Huysuz Virjin’le, amiyane tabirle, salt kadın kıyafetleri giyen bir erkek olduğu için değil, bu kıyafetleri giyen ve sarayı kendisine biat merkezi olarak konumlandırmayan biri olduğu için yasaklandığını düşünmüşümdür hep.
Yoksa her fırsatta saraya koşan nicelerini biliyoruz ki yasaklanmayı geçiniz ‘devlet sanatçısı’ mertebesinde ailecek karşılanıyor, saygı ve neşe içinde ağırlanıyorlar.
Şimdi nereden çıktı Seyfi Dursunoğlu meselesi, diyeceksiniz, haklısınız. Hemen anlatayım, geride bıraktığımız hafta Armağan Çağlayan’ın Seyfi Bey adlı tek kişilik biyografik oyununun galası vardı.
Oyunu izlerken hem politik hem magazinel hem de toplumsal meselelerin kısa tarihini izlemiş gibi oldum.
Oyun yıllar önce Huysuz Virjin’e metin yazmak üzere bir araya gelen Armağan Çağlayan ve Seyfi Dursunoğlu’nun dostluk hikâyesini de barındırıyordu içinde.
Armağan Çağlayan’ı yıllardır gözlemleyen biri olarak, o gün o salonu dolduran kalabalığa bakarak bir kere daha fark ettim ki, yaşamında birden fazla renk taşıyan insanımız yok denecek kadar azaldı artık.
Çoğunluk ya bir renk ya diğeri.
Armağan Çağlayan’a baktığımda; muhalif bir kişiliğin yanında sabun köpüğü dediğimiz yaşamlara da değen, hukukçu, aynı zamanda iyi bir metin yazarı, sol gelenekten gelen, entelektüel dünyayı takip etmeye ve muhalif isimlere programlarında yer vermeye özen gösteren biri.
Zamanı yakalamış ve dijitalde varlığını ispatlamış, şov insanı, programcı ve daha birçok şey birden…
İşte biraz önce de söylediğim gibi Seyfi Bey de, Armağan da, oyun da insanı benzer farklılıklara götürüp getiriyor defalarca.
Seyfi Bey oyunundan bir kare
O kadar alışmışız ki ya siyah olacaksın ya beyaz dayatmasına. Oysa insan dediğin rengârenk bir dünya.
Seyfi Bey’i izlerken aslında birbirlerine bu yönden benzerlikleriyle de uyumlu olduğunu fark ediyorsunuz bu iki ismin. Üzerinde kibar bir İstanbul beyefendisi ve sokak ağzı ile konuşan yaman bir kadını taşıyan Seyfi Dursunoğlu gibi aslında Armağan Çağlayan’ın da içinde birden çok insan var, görebiliyorsunuz.
Oyunu izlerken insanı ister istemez büyük bir hüzün ele geçiriyor.
Çünkü eski Türkiye’yi, eskiye dair tüm özlemleri hatırlıyor ve iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Seyfi Dursunoğlu’nun Türkiye sanat dünyasına devrim yaparak girişi ve yasaklanarak çıkışı arasında izlediğiniz, hüzünlü yakın geçmişimiz de oluyor aslında.
Sanat ve sanatçının önemli olduğu o günler ve geldiğimiz son noktada durumumuz malum.
Seyfi Dursunoğlu adına sahip çıkmak ve onu anmaya, hatırlamaya devam etmenin önemi de belki burada gizli; baskılarınıza, yasaklarınıza, karanlığınıza inat biz hâlâ içimizdeki Huysuz’u, tüm renkleri yaşatıyoruz demek biraz da!
Tuğçe Tatari kimdir?
Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.
Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.
Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor.
|