Türkiye devletini nasıl bilirsiniz, diye sorsalar; siyasal / toplumsal / bürokratik hatalarının üzerine yeni hatalar ekleyen, ‘geçmişinden ders al, yüzleş, özür dile, maddi-manevi kendi yarattığın yaraları sar, bir yerde bir hata varsa onu da sarmalayarak, anlayarak çöz’ taleplerini duymayıp üzerine yeni yeni ayıplar, yeni yeni hak ihlalleri eklemeyi adet edinmiştir, derim ben.
Belki de çoğumuzun en büyük hayali özür dileyebilen, özür dilemeyi güçsüzlük göstergesi olarak kabul etmeyen bir devlet yapısı altında yaşamaktır.
Şüphesiz ki devlet Türkiye’de erkeği, babayı, ağabeyi temsil eder. Bu kurulan hayal gerçekleşse, belki de beraberinde özür dilemeyi ölmeye yeğleyen erkek toplumunun da dönüşümünü getirecektir.
Ama tabii bunlar hep toz pembe varsayımlar olarak kalır.
İçinde yaşadığımız gerçekliğe dönersek, fotoğraf hep aynıdır, sadece uygulamalar biçim değiştirmiştir aslında.
80’ler, 90’lar ve hatta 2000’lerin şu ana dek yaşanmış kısmı; her fırsatta devlet tarafından yinelenen ‘ayıplı uygulamaların’ hiç değiştirilmeden, aynı mantıkla yola devam edileceğinin de bir şekilde ilan edilmesiyle, belli edilmesiyle geçmiştir aslında.
Uygulamaların ‘ayıp’ kısmının, yakın tarihimizde ölümle, şiddetle, evsiz-köysüz bırakmalarla, ortadan kaybetmelerle bezeli olduğunu düşünürsek ‘karşı tarafın’ gözünden bakıldığında verilen mesaj da nettir aslında.
Kürtlük ve beraberinde Kürtlüğe dair övgü, kimliğini ‘fazlasıyla’ benimsemişlik ve hatta ‘tarihi kişilerin’ yakını olmak dahi ‘potansiyel’ sakınca, tehlike olarak kabul edilmektedir.
Bunun aksini kimse iddia edemez, çünkü geçmiş tarihin karanlık ayak izleri hem çok tazedir hem de her fırsatta ortaya çıkarak kendini aynen tekrar ettiğini gösterir bizlere.
Bakınız…
Geçtiğimiz haftalarda bir Şeyh Said tartışması yaşandı, hatırlayacaksınız.
Kürtlerin Şeyh Said’i ile Türklerin Şeyh Said’i arasındaki uçurum birçok konuda olduğu gibi yine iki toplumu karşı karşıya getirmişti.
Kürtlerin ilk ‘direnişçilerinden’ kabul ettiği Şeyh Said, Kürtler için tartışmasız önemli bir insandı.
Türkler için ise ‘geri kalmışlığı savunan’ ve Atatürk’e karşı ayaklanma başlatan bir ‘terörist’ti.
Bizler dokunulmazlıklarımıza bağlı kalarak, ‘karşı tarafın’ dokunulmazlarına da saygılı davranabilmeyi becerememiş bir toplum olduğumuzdan -tabii burayı kaşıyan ve kanatan unsurlar da devrededir- bir türlü bu saçma sapan kavga halinden de sıyrılamıyoruz.
Yani kendi dokunulmazlarımıza tapınacak düzeyde saygı beklerken, bir başkasının dokunulmazına her tür hakareti edebilme hakkımızın olmadığını anlamamakta ısrar etmek sadece kavga çıkartmaya yarar, yaramaktadır da.
Bakın bu kavga hali, 2023 yılında devlet eliyle nasıl yeniden beden buldu, anlatayım size…
Şeyh Said’in torunlarından biri olan Ruşen Fırat 2015/2016 yılları arasında sosyal medya hesaplarından yaptığı paylaşımlar nedeniyle 26 Aralık 2023 günü (sekiz yıl sonra) gözaltına alındı.
Fırat’a tfedilen suçlama ‘örgüt propagandası’ydı.
Bu suça konu olan paylaşımlardan biri 2015 yılında, IKBY’nin (Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi) bayrağı ve 2016 yılında katıldığı HDP kongresinden yayınladığı görselde Abdullah Öcalan posterinin de görünüyor olmasıydı.
Ruşen Fırat adli kontrol ve 30 gün boyunca tüm sosyal medya hesaplarından Türk bayrağı görseli yayınlama ‘cezası’ ile serbest bırakıldı.
Emniyet bu paylaşımları her gün kontrol edecek ve uyulmadığı takdirde Ruşen Fırat’ı tutuklayacaktı.
Ruşen Fırat ve ailesi daha sonra da telefonla aranmış ve paylaşımlar konusunda bir kere daha uyarılmıştı.
Nasıl bir ‘ceza’ bu diye şaşkınlık yaşarken, tüm aileyi saran endişe sonucu Ruşen Fırat, hesaplarından istendiği gibi Türk bayrakları paylaşmaya başladı.
İlk üç günün sonunda, sosyal medyada yayınlanan bayrak görsellerinin altına yazılanlara bakınca ‘Türkler’ de bu ‘ceza’dan fazlasıyla memnun görünüyordu.
Bir çeşit ‘gol atma’ hissiyle, Kürtlere karşı bir zafer kazanılmış gibi…
Bana, Kürtçe şarkı söylediği için dövülerek İstiklal Marşı söyletilen genci hatırlatan bir ‘ceza’ bu… Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi uygulamasını, yurdun dört bir tarafında gelenek gibi yaşatan zihniyeti anımsatan da bir ‘ceza’ aynı zamanda!
Adeta ‘Türkün üstünlüğü’nü, ezerek, zorlayarak, küçümseyerek Kürde dayatma çabası.
Peki bu dipdiri tutulmaya özen gösterilen duygular silsilesi hangi sorunu çözer? Kimi birleştirir? Neyi sağlar?
Ben size söyleyeyim, ayrımı daha da derinleştirir, nefreti körükler ve gelecek nesillere de sirayet ettirir.
Bir bayrağı, bir dili, bir aidiyeti ceza mekanizması olarak kullanmak -ve görmek- hem insan haklarına aykırıdır hem de tüm savunduğun değerlere önce kendinin hakaret etmesidir.
Bu cezayı kınamak da en basit, en ilkel, en sade vatandaşın bile insanlığa karşı borcudur bana göre.
Böyle ilerlenmez, böyle barışılmaz ve daha da fenası böyle insanlaşılamaz bile!
Ve Cumhuriyet kuruluşunun 100. yıldönümünün son günlerine girdiğimiz şu saatlerde, son bir muhasebe sorusu:
O ‘bayrak’ cezası, her şey bir yana, bayrağın bir ülkenin en büyük ortak değerlerinden biri olma vasfına yakıştı mı?
Tuğçe Tatari kimdir?
Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.
Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.
Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor.
|