6 Şubat depremleri (Fotoğraf: Reuters)
İnsanın vatandaşı olduğu ülkenin devletinden ne bekleyeceği üç aşağı beş yukarı bellidir.
Toplumların yapısı, ahlaki değerleri, medeniyet düzeyi değiştikçe insanın devletten beklentileri de değişkenlik gösterebilir evet ama belli başlı konular sabittir.
Geri kalmış / bırakılmış ülkelerde belki halkın devletten birebir hesap sorabileceği gerçeği sümen altı edilmiş olabilir, bizde de başarılmak istendiği gibi…
Ama Londra’da yaşayan insanla Giresun’da yaşayan bir insanın devletten ilk bekleyeceği şey kolay kolay değişmez.
Bu da şüphesiz ki güvenlik olacaktır, beraberinde gelen güven ve adalet duygusu olacaktır.
"Adalet bir duygu olabilir mi?" diye soracak olursanız, adaletin cereyan etmesi kadar önemlidir vatandaşın hayat karşısında adalet duygusunu hissetmesi.
Olası bir mağduriyet durumunda devletin onun adına adaleti sağlayacağını bilmek hatta gerekirse tek bir vatandaşın hakkı için kendi içinde de olsa değişime gideceğini bilmek kıymetli bir güvenlik hissini de beraberinde getirir.
Bir devletten alınacak en temel hizmet de budur aslında.
Alacaklı tarafın en doğal beklentisidir de aynı zamanda. İnsanın kaliteli bir yaşamı sürdürebilmesinin tek yoludur bu duyguların sağlanması.
Ve aslında, yani normalde bir devletin büyüklüğü, ‘yüce’liği, diğer ülkelerden üstünlüğü sadece ve sadece vatandaşlarına sağladığı, sağlayabildiği haklar ve o hakları koruma düzeyi üzerinden değerlendirilebilir.
Siz kendinizi güvende, hakkı aranmış ve hatta teslim edilmiş, hukuk mekanizmaları doğru çalışmadıysa, adalet sağlanmadıysa, sağlanması için sistemi o yönde çalışmaya zorlayan bir devlet şemsiyesi altında yaşıyor hissediyor musunuz?
Bence bu sorunun cevabı çok önemli, üstelik sadece Türkiye için de değil. Dünyanın neresinde olursanız olun, alacağınız cevap o ülkenin röntgeni niteliğinden olacaktır.
“Bu girizgâhı neden yaptın, biz zaten durumumuzun röntgeni ile her saniye yüzleşerek, burun buruna yaşamaya çalışıyoruz” diyenler olacaktır.
Ben asla durumun gerçekliği ile yeterince yüzleştiğimizi düşünmüyorum, aksine yüzleşmekten kaçınmaya çalıştığımız görüşündeyim.
Gerçeğin üzerine düşünmeden, yüzleşmeden yaşayıp gidiyoruz bir şekilde.
Aslında yazı yazmanın son yıllarda en belirgin motivasyon kaynağı hâline gelen, okuru soğuk duş etkisinde düşünmeye, hareketlenmeye, hakkını bilmeye / aramaya yönlendirme çabasıdır da biraz.
Bu çaba güdüsü bittiği noktada umut da biter.
O yüzden devam edelim biz…
Bakınız Türkiye bir deprem kuşağı ülkesi.
Depremden muaf bölgesi az...
Türkiye insanının en büyük korkularından biri de şüphesiz deprem.
Özellikle İstanbul’da yaşayanları, adeta ‘dünyanın son günü’ filmlerini aratmayacak bir ‘son’ bekliyor gibi duruyor.
İstanbullu da öylece bekliyor, o gün artık ne kaldıysa elinde, onu kullanarak yaşayabilecek mi yoksa yaşayamayacak mı?
Dağcılık, ilk yardım, arama kurtarma eğitimleri alsaydık iyiydi, onu da yapmadık. Saçma bir şekilde devlete güvendik herhâlde.
Gerekçesiz olduğunu bile bile.
Bakınız daha sadece 1,5 sene geçmiş Kahramanmaraş merkezli depremlerden bu yana. Ve konuya dair yürüyen tüm hukuk davaları bir şekilde akamete uğramış, donmuş veya tutuklusu salıverilerek sürmekte. Yani ülkenin bu derece göz önündeki bir konusu bile hasır altı edilmek üzere!
Anka Haber Ajansı'ndan Mehmet Oflaz’ın hazırladığı derleme, bu konu özelinde çok kıymetli.
11 şehri etkilemiş, 53 bini geçkin cana mal olmuş, 107 bini aşkın insanı yaralamış ve sayısı belirlenememiş kayıplarıyla dev bir acı yaşadık.
Toplumsal meseleleri üzerimizden yağ kadar hızlı atmamızla ünlendik evet ama insan yine de kendi canı mesele olduğunda daha mücadeleci olunacağını sanıyor, demek kendi canı da vereceği o efordan, çabadan değersiz…
Oysa oluşan toplumsal baskıların devleti harekete mecbur bıraktığı da biliniyor ama yine de oluşmuyor.
Kardeşlerim, köpekleri bir barınağa doldurup öldürmek istiyorlar, evet ama hepimizin aynı şekilde ölecek olmasını da sorun etmiyorlar ki!
Neyse ben konuya döneyim…
Yaşadıkları binaların çürüklüğü, kendilerine sunulan farklı deprem yönetmelikleri eşliğinde AKP’li kimi bürokratların da kamu görevlilerinin de ‘adı sanı belli’ inşaat firmalarının da yargılanmasını istiyor acılı insanlar, çok da normal.
Evlatlarının, sevdiklerinin cenazelerini, kendilerine ‘sağlam vaadi’yle satılmış binaların, dairelerin, evlerin, otellerin göçüğünden bile çıkaramadı insanlar.
Başına gelse, o göçüğün önünde kaybedersin sahip olduğun tüm insanlığı.
‘Sorumluları bulunsun’a adarsın kalan ömrünü.
Ama işte burada işler öyle yürümüyor.
Sen ölüyorsun, aslında öldürülmüş oluyorsun, yakınların üzerine bir bardak soğuk su içmeye davet ediliyor. Aksi yönde çabaların, hep devletin duvarına çarpmanla son buluyor.
Yazının başında devletin hissettireceği güven ve güvenlik meselelerinden söz etmiştik. Evet, devletin medeniyet ölçüsü düştükçe öldüğün için sen suçlu, bunun hesabını sorduğun için daha da suçlu olacağın bir kuyuda bulursun kendini!
Ondan diyoruz liyakat önemli diye, ondan diyoruz kadrolaşmada akrabasal özellikler değil; işlevsel, çözümsel, hizmeti vatandaşa verebilecek, deneyimli ve gerçekten hakkını vererek çalışacak insanlar gerekiyor diye.
Özetle… Gaziantep; Furkan Apartmanı, Kavak Apartmanı, Adıyaman Grand Isias Otel, Üzümkent Sitesi, Suedakent Sitesi, Burak Yapı Sitesi, rezidans, Emlakbank Konutları, Atilla Eren Apartmanı, Özkan City Blokları, Cemil Çapar Apartmanı, MGG Tower, Fuat Koku Sitesi, Ilgın Apartmanı, Selim Köse Apartmanı, Farklı Yaşam Rende Sitesi, Yağmur Apartmanı, Rana Apartmanı…
Malatya’da Kırçuval Otel, Hakim Bey Apartmanı; Kahramanmaraş’ta Ebrar Sitesi, Palmiye Sitesi, Ezgi Apartmanı, Sait Bey Sitesi, Penta Park Sitesi, Fazilet Apartmanı…
Adana; Hasan Alpargün Apartmanı, Tutar Yapı Sitesi…
Hepsi de hak arayışında yılgınlaştırılmış depremzede dosyaları. Çözümsüz kılınmış, zamana bırakılmış, yok olmaya mahkûm edilmiş davaların şikâyetçileri!
Bu saydığım şehirler ve yıkılan yapıların mağdurlarının giriştiği hukuki mücadeleye yönelik bilgiler detaylı şekilde haberde var, dileyen okuyabilir.
Ben bir özet paylaştım.
Ve paylaştığım bu özetin ortaya koyduğu fotoğrafı netlemeye çalıştım. Geri çekilmek isteyen bilirkişiler, daha iddianamesi bile hazırlanmayan dosyalar, AK Partili müteahhitlerin tahliyesi, büyük bölümü vatandaşların çabası ile yakalanmış ve tutuklanmış ‘kaçaklar’ın çoğunun kısa sürede tahliye edilmesi, asli kusurluların dahi salıverilmiş olması ve bunların ‘samimi beyanları’ gerekçe gösterilerek yapılması, tek bir kamu görevlisinin dahi yargılanmaması, deprem mağdurlarının hak arama şansı olmadığının, hukuk yollarının ‘devletin uygun bulduğu yönde’ kapalı olduğunun da ilanıdır aslında.
Kahramanmaraş merkezli depremlerin yarattığı hasarların hesabı sorumlularından sorulamamaktadır, İstanbul’unki sorulabilecek midir?
Bizler Ankara’dan, İstanbul’dan, İzmir’den bu haksızlıklara karşı toplumsal ve istikrarlı bir destek verebildik mi?
Devleti depremzede karşısında adaletli davranmaya, gerekirse bir kolunu kesmeye mecbur edebildik mi, ettik mi, etmeye yeltendik mi?
Peki, beklenen İstanbul depremi uzmanların da uyardığı şiddette yaşanınca, İstanbullunun sesi için kimler bu ‘işler’e yeltenecektir?
Bu soruları da soralım, bunlar da önemli sorular.
Depremden sağ kurtulursak bize ne olacak, nasıl devam edeceğiz, devlet bize vaat ettiği hangi görevleri yerine getirecek ve devlet hangi mağduriyetimiz karşısında ölümün, adaletsizliğin, sefaletin, acının, yokluğun düştüğü yönden taraf olacak?
Bunları soralım, lütfen sorgulayalım.
Depremzedeye dahi hukuki haklarını, sırf kendine de dokunacak diye vermeyen bir devletten kim, ne kadar ve hangi beklentide olmalıdır?
Bunları düşünelim ve hiç değilse ‘kendi canımız’ için devlette deprem konusunda bir yaptırım mecburiyeti, en azından ihtimali yaratalım…
Bunun için de her şeyden önce yapmamız gereken şey, ‘canı ilk yanan’ın mücadelesine destek vermektir. Bu konuyu zamana yayarak unutturmak isteyenlere karşı konuyu unutulmaz kılmak ve siyasetçileri deprem konusunda baskı altına alarak elle tutulur iyileşmeler için çabalamak durumunda bırakmak lazım.
Bakın, erken seçim lafları havalarda dönerken, hiç değilse bari oyunuzla, oy verme vaadi ile güç çok kısa süreli olarak sizdeyken, devleti yönetenlerin / yönetmeye talip olanların depremi önceliklendirmelerini sağlayın!
Tuğçe Tatari kimdir?
Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.
Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.
Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor.
|