18 Haziran 2020

Bunlardan iyi gazeteci olmaz, olsa olsa cumhurbaşkanlığı basın sözcüsü olur!

Bugün HDP temsilcilerine ekran yasağı uygulanan Habertürk'te, başta Kürt meselesi olmak üzere tartışma programlarında 'kadrolu konuk' olma teklifi almıştım

Basın Meslek İlkeleri yazılı maddelerle belirlenmiştir. Bunların en başında gazetecilik mesleğinin temel amacının açıklanması, yani halkın gerçekleri öğrenme hakkını sağlamak gelir.

Gazeteciler bunu yaparken de tarafsızlığı ön planda tutmak zorundadır. 

Irk, cinsiyet gibi ayrımlardan, kişilerin inançlarını aşağılamaktan uzak durmak, ifade özgürlüklerini gözetmek...

Mesleğin özel amaç ve çıkarlara alet edilmemesi gibi esneklik taşımayan, tartışmaya kapalı kurallarla çerçevesi çizilmiştir gazeteciliğin.

Bazı gazeteciler "gazeteciliğin evrensel kuralları"nı kendi dilleriyle açıklar. Mesela Tuğrul Eryılmaz, hepimizin hocası niteliğindedir de aynı zamanda. Asu Maro’yla gerçekleştirdiği nehir söyleşide (68'li ve Gazeteci, İletişim Yayınları) "gazeteciliğin evrensel kuralları" vardır. Bakın nasıl anlatıyor:

"Ben de meslek hayatım boyunca bunlara bağlı kalmaya çalıştım. En iyi bildiğim şey de, gazetecinin tüm iktidarlara karşı bireylerin ve farklı toplulukların yanında olması evrensel ilkesini hiç aklımdan çıkarmadığımdır... Gazeteci her türlü güç odağına karşı mesafesini korur, güçlüye şüpheyle bakar, güçsüzün yanında konumlanmaya bakar. Gerekirse kendini riske eder, bu cumhurbaşkanının uçağına binmeye benzemez zaten başka türlü de gazetecilik yapılmaz. Aksi basın sözcülüğüne girer."

Türkiye medyasında Eryılmaz’ın bahsettiği ilkeleri ilke edinmiş gazeteciler vardır.

Sayıları çok da az olmamakla beraber çoğu işsiz azı da alternatif mecralarda mücadeleye devam etmektedir.

Mücadele diyorum, çünkü Türkiye’de gazetecilikte ısrarcı olmak, yani gerçekleri söylemekte inat etmek zordur.

Bu ilkelere sahip tek bir gazeteciyi de "ana akım" olarak anılan o yayınlarda göremezsiniz.

Hepsi yasaklıdır o kanallarda.

Geride bıraktığımız günlerde Habertürk’te HDP üzerinden yaşanan ama aslında sadece HDP’yi değil tüm memleketi ilgilendiren bir hatırlatma yaşandı.

Malumunuz "HDP tartışılıyor ama yayında neden HDP temsiliyeti yok" sorusu uzun zamandır soruluyor ama yanıt alınamıyordu.

Didem Arslan Yılmaz "Burası kamu televizyonu değil, tercihimiz bu yöndedir" diyerek bilinen bu gerçeği daha da şeffaflaştırdı.

"Tercih…"

Bu kelimeye odaklanacağız ama önce Didem Arslan Yılmaz’ın bu sözlerine kanal yönetiminden gelen detaylı açıklamayı da şuraya iliştirelim:

"Devletin birliği ve vatanın bütünlüğüne kast ederek, silahlı kalkışma yürüten PKK terörüne karşı; vatanımızı milletimizi savunma mücadelesini yürüten güvenlik güçlerinin mücadelesine saygılı olmayan, PKK’yı terör örgütü olarak görmeyen kişileri programlarımızda evrensel yayıncılık ilkeleri ve yayın çizgimiz gereğince davet etmiyoruz."

Mealini ben size yapayım; yukarılardan talimat aldık, HDP’lileri yayına çıkartamıyoruz. Bunu açıklarken halkı arkamıza almanın en ucuz yolunu seçtik ve PKK kartını kullandık. "Terör" dedik, "şehit" dedik, artık kimse açıklamamıza kolay kolay itiraz edemez. Yukarıda Tuğrul Eryılmaz’dan alıntıladığım da bir evrensel ilkeydi bu da!..

Desen: Selçuk Demirel

Tercihler meselesine gelirsek geçmişten bir deneyimi paylaşmadan yazıyı bitirmek istemiyorum.

3 Mart 2015 günü, barış süreci duraksama dönemine girmiş ama hâlâ devletin Kürt meselesi hakkında konuşulmasına müsaade ettiği, hatta düzelteyim, bu konunun konuşulmasını özellikle istediği günler.

Birkaç ay sonra yasaklanan ve hakkında soruşturma açılan kitabımı konuşmak üzere HaberTürk’e Didem Arslan Yılmaz’ın bültenine konuk olarak çağrılmıştım.

Kitap süreçle başlayan ve Kürtlerin ne dediğini anlamaya çalışan bir işti. İçinde dağ da vardı şehir de. O günün müsaade ettiği en ileri noktaya kadar gitmiş ve dilim döndüğünce anlatmıştım. Kanalda övgülerle karşılandım, yayın boyunca espriler, kitaba ve benim politik duruşuma dair olumlamalar sık sık yapıldı.

Resmen ideolojik olarak aynı noktadaydık, o kadar sevecendi herkes.

Yayın bittikten sonra program koordinatörlerince kahveye davet edildim ve yöneticilerinin yayın esnasında aradığı, konuşmalarımı beğendiği ve tartışma programlarına "kadrolu konuk"luk teklif etmelerini söylediği, yani bunun bir teklif olduğunu vurguladılar.

Uzmanlığım olmayan konularda konuşma alışkanlığım olmadığını söylediğimde, Kürt meselesinde temsiliyeti olan bir konuk olabileceğim onun dışında da gündeme ilişkin düşüncelerimi dile getirebileceğime dair birkaç ikna cümlesi edildi.

Taraf olacak kadar konuyu sahiplenemeyeceğimi, "had bilmez gazeteciler"den olmadığımı anlattım, karşı tarafın gözlerinde hiçbir anlam bulmadı anlattıklarım.

Fikir değiştirirsem arayacağımı söyledim ve ayrıldım.

O dönem yine aynı yayına birçok HDP’linin de katıldığını hatırlıyorum. Mesela Figen Yüksekdağ yayınını izlemiştim…

Bir süre sonra işler değişti, masa devrildi.

Ben ve birçok meslektaşım sadece devlet tarafından yasaklanmadık, o "kamu kuruluşu olmayan" yayınlar tarafından da yasaklandık.

Değil konuk olmak, selam vermeyecekleri bir pozisyona geldi "tercih"leri...

Oysa değişen hiçbir şey yoktu.

Ben de...

Düşüncelerim de...

Kitabım da...

Olduğu yerde aynı şekilde duruyordu.

"Tercihler" neden ve nasıl değişmişti?

Sonra yaşanan bazı polemiklerde, o gün o programa davet edilmemin de bir başka "tercih" meselesi olduğunu düşünmüştüm.

Tepeden gelen "bu konuya ağırlık verin" talimatı "tercih'e dönüşmüş" ve Kürt meselesi tüm aktörleriyle baş tacı edilmişti.

Şimdi de başka bir "tercih" dönemini aynı üslupla yaşıyorlar.

Tuğrul Eryılmaz’la başladık onunla bitirelim... "Gazeteci her tür güç odağına mesafesini korur. Bunlar öyle değiller. Bunlardan iyi gazeteci olmaz, olsa olsa cumhurbaşkanlığı basın sözcüsü olur..."

Yazarın Diğer Yazıları

Kobani duruşmasında umut yeşerten tek hamle "yeni CHP"den geldi!

Kobani davasının geleceğe dair umut yeşerten hamlesi, CHP’nin duruşmayı izlemek üzere bir heyet yollaması oldu. Yeni CHP, "Barış masası olacaksa kimse bu masa için Erdoğan’a mecbur değil" mesajı vermeye devam ediyor. Umarım bu tavrı tüm siyasi tutukluların davalarında da gösterirler…

Türkiye'de âdetten değildir ama, bu bir özür ve özeleştiri yazısıdır!

Politik bir tutum olarak sandığa gitmedim… Ülke insanına, sandığa topyekûn bir inanç kaybı ve küskünlük yaşadığımı anlayamamışım… Küserek hakkımı aramaktan vazgeçme noktasına savrulmuşum, bunun özeleştirisini vermekle yükümlüyüm… Ben bu seçim sonuçlarını öngörememiş olmanın özrünü değil, insanımıza dair girdiğim bu inançsızlaşma süreci için özür diliyorum… Ve evet CHP'de 'iyi çalışan' o azınlığı görmezden geldiğim için de o CHP'li azınlıktan özür diliyorum…

Gökhan Zan’ın sorumluluğu Erkan Baş’ta da değilse kimdedir?

Çevrelerinden kimseyi bir Gökhan Zan kadar beğenememiş olduklarından, adayları üstelik de böyle kritik bir kentte, bu kişi olmuş-olabilmiş… E tabii ‘Kaf Dağı’ tenha olur, şüphesiz!.. TİP’i uzun zamandır böyle açıktan konuşmak -masalarda bırakmamak-gerekiyordu aslında. Elbette hepimiz her şeyin farkındayız, belki de sizlerin vekillik kariyerlerinden uzundur buralardayız! Ama dinlemediniz, ama duymadınız, ama sözüm ona yasakladınız!