02 Aralık 2023

Artık biraz da 'Can Atalay meselesi'ni konuşabilir miyiz lütfen?

Bu hepimiz için yaşamsal bir konudur. Hayatlarımızın güvencesinin ellerimizden nasıl çekilip alındığının göstergesidir. Bu konuyu tartışmamız gerekiyor. Havada bırakılacak, başka gündemlere yem edilecek, üzerine bir bardak soğuk su içilecek düzeyde önemsiz bir konu değildir bu

Başlıkta görüp şaşırdıysanız hemen açıklayalım, 'Can Atalay meselesi' dedim, evet doğru çünkü o artık gerçek bir mesele!
O sebeple de artık biraz avukat Can Atalay'dan da söz edelim istiyorum.
Aslında şahsından çok yaşadığı hukuki garabetten söz etmek istiyorum.
Evet ilk etapta Can haksız yere tutuklandı, ikinci etapta cezaevinde vekil seçildi ve tahliye edilmesi gerekirken de edilmedi, doğru.

Ama devamı daha da vahim!
İşte biraz ondan söz edelim artık diyorum, hani 'belirlenmiş gündem'in 'servis dosyaları'na kısacık bir ara verip, Anayasa Mahkemesi'nin Can Atalay kararı ve ardından yaşananları konuşsak, konuşabilecek bir fırsat yaratsak diyorum.
Israrla başka şeyler konuşarak 'bunu da' normalleştirmemiz isteniyor, farkındayız.
Belki engellemeye gücümüz de yetmeyecek, bugünün muhalif Türkiye medyası malum, hak ihlalleri konusunda destekten çok köstekler -bilerek veya bilmeyerek- ama olsun mutlaka farkında olduklarımızın da notunu tek tek tarihe düşelim isterim.

Biliyorsunuz Can Atalay AK Parti dönemininin çalınan hayatlarından sadece biri.
Ama 'mesele' olmuş biri.
Can'ı mesele yapan; uğruna Anayasa'nın da çiğnenmiş, Anayasa Mahkemesi kararının da yok sayılmış, tahliye isteyen yüksek mahkeme üyeleri hakkında suç duyurusu da yapılmış olması.

Evet, Can Atalay'a özgürlük ihtimali karşısında Anayasa'yı çiğnediler.
Nasıl yaptılar peki bunu?
Anayasa Mahkemesi Can Atalay'ın tutukluluğu hakkında hak ihlali karar verdi ve "derhal tahliye edilmesi"ne hükmetti.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ise kararı uygulamadı ve Yargıtay'a gönderdi.
Bu hepimizin birinci dereceden meselesi olması gereken ihlal kararının uygulanmaması durumunu günlerce, haftalarca tartışmak gerekirken, önümüze attılar magazinel yolsuzlukları ve bulandırdılar ortalığı.

Üniversitelerde hâlâ hukuk 101'de Anayasa her şeyin üzerindedir diye öğretiliyor. Anayasa hukukunun temel ilkesi 'anayasının üstünlüğü'dür.
Unutmayalım bunu!
Bizler de Anayasa ülkenin belkemiğidir diye öğrendik.
Ama aslında bir bel kemiğimiz bile yokmuş gibi bir durumla karşı karşıyayız şimdi!

Peki biz neleri konuşuyoruz, 'muhalif medya' neyi konuşuyor ve konuşturuyor?
Hepimizin yaşamı, sizlerinki de dahil, ciddi bir tehlikeyle burun buruna. Uyduruk gündem ateşlemeleriniz, en hafif ifadeyle şahsi şöhretten öteye gitmeyen ısrarınız, bile isteye 'taşeronluk' yapma havasına dönüyor. Artık bu duruma bir son verin lütfen!

Açalım mı konuyu biraz daha…

Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvurular karşısında verilen görev, diğer mahkemelerin verdikleri kararlarda bir hak ihlali olup olmadığını belirlemektir. Ve Anayasa Mahkemesi kararları kesindir, önüne gelen dosyalarda son karar merciidir.
Gücünü Anayasa'dan alır.

Can Atalay hakkında Anayasa Mahkemesi'nin ilk derece mahkemesi, yani İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin -Yargıtay'ca da onanan- kararına ilişkin olarak "burada bir hak ihlali var, bunu ortadan kaldırman gerekiyor" demesine karşılık derhal serbest bırakması gerekirken, yüksek mahkeme kararını reddetmesi hukuki işleyişin yapısal alanda da çöktüğünü gözler önüne serdi.

Anayasa'nın açık hükümleri ortadayken, Anayasa Mahkemesi'nin görev ve yetkileri tartışmaya açılabilir mi? 'Açılamaz' diyor Anayasa ama açıldı işte…

Peki şimdi ne olacak, yani Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayan hâkimler hakkında soruşturma talep edilmesi, bu soruşturmalar için de iznin verilmesi gerekirdi. Mevzuatın netliği karşısında beklentimiz bu yöndeydi ama öyle olmadı.

Hatta beklentimizin tam tersi oldu ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Can Atalay hakkında ihlal kararı veren dokuz Anayasa Mahkemesi üyesi hakkında suç duyurusunda bulundu ve bir savcıyı bu konuda görevlendirdi.

Yani 'yargıda birlik ilkesi'ni şart koşan Anayasa tümden boşa düşmüş oldu.
Hukuk devleti olduğumuz iddiası da, bu kez Yargıtay'dan Anayasa Mahkemesi'ne açılan yaylım ateşiyle son derece somut şekilde havada kaldı.

Hepimiz bir haksızlığa, hak ihlaline uğradığımızda yargının en üst mercisi olarak gördüğümüz Anayasa Mahkemesi'ne gideriz.
Gittik de!
Çoğumuzun bekleyen en az bir dosyası vardır Anayasa Mahkemesi'nde.
Çünkü son kertede hakkımızı arayacağımız adres orasıdır, Anayasa ve yasalar bize bu yolu gösterir.
Vatandaş olarak Anayasa bize hakkımızı, o düzeyde de arama şansı tanır.
Ve bunun en son noktadaki adresi de tartışmasız Anayasa Mahkemesi'dir.
Ama anlaşılan 'en son söz' olarak görmek zorunda olduğumuz Anayasa Mahkemesi kararı dahi yerine getirilmeyebiliyor.
"Sana siyasi meselelerden kafayı takan iktidarsa şayet, senin hakkını arama şansın da elinden alabilir" deniyor açıkça.

Yani Can Atalay meselesiyle de ortaya çıkan, artık hiç kimsenin hakkını yargı yoluyla bulamayacağının beyanı oluyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarına dahi uymayan ülke senin AİHM'e gitme yolun olan Anayasa Mahkemesi kararını da yok sayabiliyor, düşün, lütfen düşün.

Hukuki alanda kapana kısılmışlığımızın boyutunu algılayın lütfen, istirham ediyorum, lütfen anlayalım artık!
Bu hepimiz için, ülke vatandaşı olan herkes için yaşamsal bir konudur.
Hayatlarımızın güvencesinin de ellerimizden nasıl çekilip alındığının ve bunun Anayasa'yı da göstere göstere çiğneyerek yapılabildiğinin göstergesidir.

Can Atalay'ı dahil ederek veya etmeyerek -bu kişilerin kendi tercihidir- bu konuyu tartışmamız gerekiyor.
Havada bırakılacak, başka gündemlere yem edilecek, üzerine bir bardak soğuk su içilecek düzeyde, önemsiz bir konu değildir bu

Bu konuyu iki günde gündemden düşürmek, düşürülmesine göz yummak da haklarımızdan bile isteye feragat etmektir, sonucu kabullenmektir.
Daha şiddetli geleceğini artık çok çok iyi bildiğimiz sıradaki tokat için diğer yanağımızı dönüp hazır beklemektir!

Tuğçe Tatari kimdir?

Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.

Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.

Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları

"Siyasi rehineler"e tahliye umudunu yeşerttiğimiz bu sanrılı günlerde "ajanlık" suçlamasıyla hepimiz cezaevlerine mi tıkılacağız?

Bu karanlıkla 22 yıllık deneyimimiz var, kolay değil!.. Ama inanıyoruz; hava ılımlı! Ama inanıyoruz; barış olabilir! Ama inanıyoruz; siyasi davalardan tahliyeler çıkabilir! İnanırken inanırken bir bakmışız ki "ajan bile" oluvermişiz! Olmadığımız da bir o kalmıştı zaten…

Gelin hep birlikte "gazetecilik kimliklere indirgenerek cezalandırılamaz" diyelim, "çıplak arama" işkencesine karşı çıkalım

Bugün saat 19.00'da Şişhane Meydanı'ndayız. Esra Solin Dal'ın gazetecilik faaliyetleri nedeniyle tutuklanması, ardından çıplak arama işkencesine tabi tutulması ve tek kişilik bir hücrede bekletiliyor olmasını protesto edeceğiz… 

Gelin biraz da katrilyonlarca borç bırakan ‘kayyım rezaleti’ni konuşalım!

Kayyım atanan belediyeler adeta yağmalanmış, deniyor ya, hiç de boşa denmiyor o laf. Buyurun DEM Parti belediyelerine bırakılmış borç listesini alt alta koyalım. Eski para üzerinden tablodaki milyarları ‘katrilyon’, milyonları ‘trilyon’, binleri ‘milyar’ olarak da okuyun lütfen! Ülkeye, toprağa, insana, kaynağa yapılan ihaneti bir arada serelim ortaya. Öyle bir bir arada olabilelim ki, kimsenin bir daha ‘kayyım’dan söz dahi etmeye cesareti olmasın…