Fotoğraf: Louisa Gouliama
Sığınma hakkı, soyut düzlemde bir insan hakkı, evet. Kâğıt üzerinde, yaşadığı ülkedeki insanlık dışı koşullardan kaçan insanları, o koşullara geri göndermeyip onlara asgari insani yaşam olanaklarının sunulması gibi bir ideale dayanır.
Bu romantik idealin kabul görmesinin arka planında bir tür zekât mantığı yatar. Şöyle ki; sözü edilen insanlık dışı koşullar, kapitalist kuzey devletlerinin sömürge politikalarının bir ürünüdür. Koşullar, yayılmacı politikaların mağdurları için artık dayanılmaz hale gelince, zararlarının bireysel düzlemde tazmin edilmesi bir tür ahlaki sorumluluk olur. Bu, kapitalizmin, sorunu görmezlikten gelmeyip onu sürdürülebilir biçimde yönetme yöntemidir. Fakat bu yöntem de ekonomik koşullardan bağımsız değildir. Yani soyut ve sınıfsal ilişkilerden ari bir “insan hakları” tutkusu değildir bu hakka anlamını veren.
Bir defa, sığınmacı veya göçmenler, güvencesiz ve ucuz iş gücü demektir. Her şeyden önce, işçi ücretlerini düşürmekte işlev sağlarlar. Ayrıca, işçilerin ekonomik taleplerine karşı, aba altından sopa göstermekte de iş görürler. Zira işinden şikâyetçi olanlar varsa, kapı oradadır; nasıl olsa onun yerine daha düşük koşullarda çalışmaya can atan işsiz göçmenler ordusu hazır ve nazırdır.
Avrupa’da özellikle XX. yüzyılın ikinci yarısındaki göç dalgası karşısında “sığınma hakkı”na gösterilen hoşgörüde bu ekonomi politikasının rolü büyüktü. Bugün ise Avrupa’da, yedek işçi ordusu optimum noktaya ulaştı. Covid-19 salgınının da etkisiyle kendine özgü yeni sorunlar baş gösterdi. “Sığınma hakkı”na artık pek de saygı gösterilmemesi ve Avrupa Birliği’nin (AB) bu çerçevede tutarsız görüntüsü yine bundan.
Avrupa Birliği’nin sığınmacı politikası nedir?
Avrupa Birliği kuşkusuz homojen bir birlik değil. Öznelerin tepkileri farklı farklı. Fakat buna rağmen karar alıcıların ve iktidar sahiplerinin yöneliminden hareketle bu soruya bir yanıt verebiliriz.
Bu sorunun yanıtı iki katmanlı. İlk katmanı, diplomasi oluşturuyor. AB, mültecileri ne pahasına olursa olsun Türkiye ve Libya gibi komşu ülkelerde tutmaya dayanan bir politika uyguluyor. Bu politikanın temelinde ise para var. AB, milyonlarca avroluk destek paketleriyle göçmen sorununu taşeronlarına devrediyor.
Fakat bu politika, sorunu çözemiyor. Her şeye rağmen taşeron ülkelerden kaçıp Avrupa sınırlarını zorlayanlar oluyor. Bu kişiler için ise ikinci politika katmanı devreye giriyor. Bu katmanda dayak ve zorbalık var. Avrupa sınırını aşmaya çalışanlar, özellikle deniz yollarında “geri ittirilerek” veya botları batırılarak insanlık dışı muameleye maruz bırakılıyor. Buna rağmen sınırı aşan inatçılar olursa onları da uzun yıllar tutulmak üzere hapishane benzeri kamplar bekliyor.
Orta Doğu’yu kâr hırsıyla ABD ile el ele kana bulayan Avrupa devletlerinin ikiyüzlü hâl-i pürmelali böyle.
Peki ya onlardan geri kalmayan NATO’nun uzak karakolu Türkiye?
Türkiye’nin sığınmacı “politikası”
Türkiye’nin, daha doğrusu AK Parti iktidarının, hatta en doğrusu Recep Tayyip Erdoğan’ın sığınmacı politikası da çok katmanlı. Türkiye’nin ekonomi politikası Avrupa’daki kapitalist mukabillerinden ilkede farklılaşmıyor. Ayrım, Türkiye’nin geç kapitalistleşmesinden kaynaklanıyor.
Türkiye, bir süredir çok uluslu sermayeyi, ucuz iş gücü sunarak çekmeye çalışıyor. Hatırlayalım. Berat Albayrak, daha geçen yıl, yabancı sermayeye, Türkiye’deki iş gücünün sıra dışı düzeyde ucuzluğundan ve vergi denetimlerinin esnekliğinden dem vurarak çağrı yapmıştı. Bu çıkış, Türkiye’nin uzak Asya pazarlarına benzer bir “kalkınma” arayışında olduğunu gösteriyordu. Dolayısıyla Türkiye’nin, hâlâ göçmenlerin işçi ücretlerini geriye çekme politikasını uygulamaya meyyal durumda olduğunu anlıyoruz. Dahası, sığınmacıları ülkede tutma karşılığında ülkeye akan sıcak paraya da muhtaç. Ayrıca göçmenlerin, “kapıları açarım” tehdidiyle Avrupa ile pazarlık gücünü pekiştirmesi de cabası.
Bunların yanı sıra, ülkeye gelen göçmenin İslam devletlerinden olması, şeriatçı dünya görüşüne dayanan mevcut iktidarın, açık “Müslüman kardeşliği” ve örtük cihatçılık politikasıyla da tamamen örtüşüyor. Bu örtüşme, Erdoğan’a, Müslüman yoğunluklu ülkelerdeki örgütler ve fraksiyonlar nezdinde meşruluk, söz hakkı ve manipülasyon olanağı sağlıyor.
Yetmiyor, bu akış iç politikada da getiri sağlıyor. Kontrolsüz göç, iktidara hedef şaşırtma olanağı sağlıyor. Zira göç dalgası, milliyetçiliği tırmandırıyor; dolayısıyla tepkiler, sınıfsal olmaktan çok kimliklere yöneliyor. Kurulduğu günden beri kimlik politikalarından beslenen AK Parti kadroları da bu çatışma biçiminden fazlasıyla yararlanıyor.
Toparlarsak; kontrolsüz sığınmacı dalgası, Erdoğan yönetimi için yedi koldan fayda sağlıyor.
Sığınmacılar;
- Yedek işçi ordusudur, işçi taleplerini törpülerken “aba altından sopa gösterme”de işlevseldir.
- İş gücü değerini düşürmektedir. Yabancı sermaye için ucuz emek sömürüsü yapabilecekleri bir pazar görünümü sunmaktadır.
- Avrupa devletleri için taşeronluk yapmak karşılığında sıcak para ve fon kaynağıdır.
- Kapıları açmak biçimindeki tehditlere olanak sağlamakta ve Avrupa’ya karşı pazarlık gücünü arttırmaktadır.
- İslamcı arka plandan geldikleri için, toplumda İslamcılığın yaygınlaşmasına katkı sunmaktadır.
- Cihatçı örgütler nezdinde ve onların tabanında meşruluk ve söz söyleme iktidarı sağlamaktadır.
- İç politikada milliyetçiliği tetikler. Bu yolla öfkenin sınıfsal ve ekonomik temelli olarak dikey (iktidara) değil, ırksal ve kimlik temelli olarak yatay bir yönelim kazanmasını sağlar. Bu, “neomilliyetçi cephe” yönetiminin işine gelir.
Muhalefetin sığınmacı politikası
Muhalefetin, daha doğrusu “muhalefetlerin” sığınmacı politikaları da çok katmanlı fakat çok daha plansız, ilkesiz ve soyut.
Ayrıntıları bir tarafa bıraktığımızda iki kesim ön plana çıkıyor.
İlk grup muhalefet, kaba milliyetçiliğe, hatta icabında ırkçılığa dayanıyor. Özellikle sığınmacıların külliyen pis, eğitimsiz, suça meyilli, hatta aşağılık olduğu biçimindeki propagandayı pekiştiriyor. Bu propaganda oldukça tehlikeli. Ulaştığı tehlikeli boyutu geçen hafta Altındağ’daki pogrom (bir gruba dinsel, etnik veya politik nedenlerle külliyen saldırı) girişiminde gördük.
Milliyetçi muhalefet, bu ucuz ama tehlikeli klişeleri tekrarlamanın ötesinde, sistemli çözüm önerisi getirmiyor. Bütün bu büyük lafların arkasından önerilebildikleri tek çözüm, “toplu geri gönderme” oluyor.
Oysa bu alandaki bilimsel veriler gösteriyor ki iç savaşa veya ekonomik krize gönderilen göçmenlerin ezici çoğunluğu gönderildiği ülkeye tekrar geliyor. Yani bu, en iyimser yönden dahi bir çözüm değil. Dahası, bu öneriyi getirenler, sayısı milyonları bulan kişilerin geri gönderme süreçlerinin maliyetini (geri gönderme merkezi inşaları, güvenlik hizmetleri, taşıma ücretleri, beslenme bedelleri) belli ki hiç hesaba katmamış. Ayrıca bu muhalif kesimler, böyle bir politikanın hayata geçirilmesinden son tahlilde “kazanacak” olanın yine söz konusu hizmetlerin ihalelerini alacak olan ve pek karşı çıktıkları “beşli çete” benzeri yapıların olduğunu da pek düşünmemiş olsa gerek. Yani “toplu sınır dışı etme” söyleminin kazananı bile dönüp dolaşıp yine iktidar çevreleridir, faturası ise yine yoksullara kesilir.
Öte yandan meselenin hukuksal açmazlarının ayrıntılarına girmiyorum bile. Sınır dışı etme, hukuken meşru sayılan hâllerde bile fabrikasyon yani toplu değil; terzi dikimi yani kişiye özeldir. Bunun anlamı şu: Türkiye’de bulunan yabancıları, ülkeden kaçma nedenlerine (soykırım, cinsel baskı, politik görüşler), medeni durumlarına (Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla evlilikleri, çocuk durumu) filan bakmadan böyle kategorik olarak sınır dışı edemezsiniz. Ederseniz tazminat yükümlülükleriniz baş gösterir. Prestijiniz yerle yeksan olur. Daha da önemlisi insanlara zulmetmiş olursunuz. Alnınızda bu kara lekeyle debelenip durursunuz. Bunlar hesaba katılmış mı belirsiz.
İkinci grup muhalefet ise daha özgürlükçü bir dil tuttursa da soyutlukta ve kısırlıkta ilk gruptan geri kalmıyor. Bu tutumun ana belirleyeni, kimi bazı hukuksal ilkeleri dile getirip hatta yukarıdan bir dille boca edip esaslı ve ayakları yere basan çözüm önerileri getirmemek. Dahası, hükûmetin göç politikasını eleştirenleri de kolaylıkla ırkçılıkla yaftalamak. Düzensiz göç politikasından rahatsız olan ve kafası karışık toplum kesimlerini sürekli olarak “ırkçı” olarak etiketlemenin bir çözüm olmadığı açık.
Öte yandan ve sürpriz olmadığı üzere bu yaftalama, alışılagelmiş ve bayatlamış reflekslerden ötürü, kolaylıkla özcü bir Kemalizm veya sol eleştirisine dönebilmekte; ırkçı saldırıların faturasını dahi, karikatürize ede ede marjinalize kılmaya başardıkları (eskilerde “endişeli modern”, “beyaz Türk” diye yaftalanan, şimdilerde ise temelsiz bir “orta sınıf” etiketi yapıştırılan ve her hâlükârda hatalı tanımlanan) laiklere veya kendileriyle aynı dili tutturmayan Türkiye soluna kesebilmekte.
Suriye iç savaşında, cihatçı örgütlerden “özgürlükçü savaşçısı” veya “ılımlı muhalif” türetmeye meyleden, mezhepsel olarak örtük bir Alevi karşıtlığını takip eden bu kesimin, göç dalgasının arka planındaki temelin, esasen ABD ve AB’nin saldırganlığı olduğunu görmezlikten gelmesi, bu devletlerin sınırlarını neden sımsıkı kapattığını sorgulamaması, eğer dostlar alışverişte görsün diye sorguluyor görünürse de da bunu odağına almaması hiç de sürpriz değil.
Bu politikanın peşine takılan “insan hakları savunucuları”na ise şimdilik gelmeyelim.
Bütün bunların yanı sıra sorunu, sınıfsal ve ekonomik koşulları dikkate alarak ve bütüncül olarak kavrayan ne milliyetçiliğe ne de kompradorluğa yanaşan muhalefet kesimleri yok değil. Var. Fakat sayı veya örgütsel düzey itibarıyla ne yazık ki azınlıktalar.