Kara Harp Okulu’ndan mezun olan çiçeği burnunda teğmenler, mezuniyet töreni sona erdikten sonra kendi aralarında toplanıp “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diye bağırdılar ve sonra geleneksel yeminlerini ettiler.
Bu yemin ritüeli sosyal medyaya düşünce; kimileri bu gençlerle gurur duyduğunu söyledi, başta “trol”ler olmak üzere diğer bazıları genç subaylara ağza alınmayacak hakaretler sarf ettiler, yazdılar-çizdiler.
İktidar ve muhalefet cenahından farklı isimler, bu yemine farklı farklı tepkiler verdiler. En son Cumhurbaşkanı Erdoğan, söylemin sertlik dozajını arttırdı, “Siz kime kılıç çekiyorsunuz” diye sordu, bazı teğmenler için “birkaç kendini bilmez” nitelemesini kullandı ve “bunlar da evelallah temizlenecek” dedi.
Aslında yemin metninde kime kılıç çekildiği çok belirsiz değildi: “Laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, yüce Türk ulusunun namus ve şerefine, aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller.”
Burada söylenenler, prensip itibarıyla Anayasa’da da geçiyor. Anayasa’da laiklik, demokrasi, bağımsızlık, bölünmez bütünlük doğrudan veya dolaylı olarak Cumhuriyet’i nitelerken kullanılan ilkelerdir.
“Türk ulusunun namus ve şerefi” ile “vatan toprağı”na atfedilen değer de Anayasa’nın Başlangıç kısmında mevcut. Nitekim Başlangıç kısmının hemen girişinde yer alan “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda” yorum kuralı da tüm anayasal yetki kullanımları için bir çerçeve çizmiş bulunuyor.
Dolayısıyla atılan slogan ile içilen ant, “Anayasa’nın düşmanları”na karşı anlam barındırıyor ve bir nevi “Anayasa’ya sadakat yemini” niteliği taşıyor.
Zaten metnin yaptığı göndermeler, Anayasa’daki Cumhurbaşkanı ve milletvekili yeminleriyle de benzerleşiyor. Yani eleştiren yetkililerin çoğu aşağı yukarı benzer yemini etmiş bulunuyor.
En azından kâğıt üzerinde durum böyle.
Fakat tabii bir de bağlam var.
Bu bağlamın içi, iktidarın ve muhalefetin perspektifinde göre farklı doluyor.
İktidar perspektifinden arka plan
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Anayasa ile olan ilişkisi öteden beri tartışmalı bir meseledir. Geçtiğimiz yüzyıldaki darbe ve müdahaleler veya 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi deneyimi mevcutken TSK’nın politik konulardaki çıkışları doğal olarak bazı çağrışımları beraberinde getiriyor.
İktidarın, bu çağrışımlardan ötürü TSK’nın görevinin kapsamını daraltma eğilimi taşıdığını biliyoruz. Örneğin Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun görev tanımı sunan 35’inci maddesinde geçen “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktadır.” ifadesi 2013 yılında bu nedenle değiştirilmişti.
Hüküm, anayasal göndermelerden arındırılmış, hatta iç meselelere hiç değinmeyen şu biçime sokulmuştu:
“Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.”
Yemin metninin mevcut anayasal düzeni yıkmaya yönelenlere karşı bir anlam taşıdığını söylemiştik. AK Parti’nin bunu üzerine almasının olası nedeni, geçmişte Anayasa’ya ve laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı hâline geldiğinin Anayasa Mahkemesi tarafından saptanmış olması sayılabilir. Parti’nin sicilindeki bu veri, diğer darbe deneyimlerle birleştiğinde, algıda bir tetiklenmeye neden olmuş olabilir.
Muhalefet perspektifinden arka plan
Muhalefet açısından ise arka plan çok daha farklı. Muhalefetin ve halkın büyük bir kısmı AK Parti’nin laiklik ilkesiyle, hatta Atatürk ile bir derdinin olduğunu düşünüyor. Hükûmetin, laiklik ilkesiyle uyumlu gitmeyen politikası bir yandan, hükûmete yakın medyadaki özensiz ve aşırı saldırgan dil diğer yandan, bunu destekliyor.
Ayrıca 15 Temmuz sürecinde “FETÖ/PDY” denilen yapının orduya sızması meselesi, ardından Tuzla Piyade okulu (Whatsapp yazışmalarıyla basına yansıyan) vakasında TSK’da Atatürkçülük karşıtı yeni tarikat yapılanmalarının olduğuna dair haberler, “sarıklı amiral” vakası veya zaman zaman gündeme gelen “Atatürkçü subaylar tasfiyesi” haberleri vb. olgular pek çok kişiyi derinden kaygılandırıyor.
Cumhuriyet tarihi boyunca, hatta Tanzimat yıllarından beri ordunun modernleşmenin katalizörü olma ve ilerici işlevine dönük algının hızla yıpranması da bu hassasiyeti yükseltiyor.
Ayrıca Alper Gezeravcı vakasında olduğu gibi muvazzaf bir subayın parti seçim çalışmalarına katılması, “partili Cumhurbaşkanlığı” getiren yeni siyasal rejimde generallerin devletin başından mı yoksa parti liderinden mi talimat aldığının belirsiz hâle gelmesi, sosyal medyada kimi kariyerist subayların iktidardakilere aşırı angaje görüntülerinin yaygın biçimde dolaşımda olması gibi faktörler de buna tuz biber oluyor.
Keza, iktidar ittifakı lehine siyasi çıkışlarda ve jestlerde bulunan subayların soruşturulmaması ve bu konudaki tepkiler karşısında kulağın üstüne yatılması TSK’ya olan saygıyı aşındırıyor.
Tüm bu koşullar içinde doğal olarak “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz!” diyen, laik demokratik Cumhuriyet’e sahip çıkıyoruz mesajı veren askerleri görmek, muhalefetteki (sayısı hiç de az olmayan) halk kesimini bir ölçüde rahatlatıyor. Ama bunun üzerine yangına körükle gidilmesi, subaylara hakaret edenlere işlem yapılmaması, hatta aksine genç teğmenlerin üzerine gidilmesi de doğal olarak yoğun bir öfke uyandırıyor.
Bu siyasal arka plan, farklı siyasal analizlere neden olabilir.
Ben TSK’nın ve gençlerin bu kadar yıpratılmasını doğru bulmadığım gibi, toplumdaki bu bağlamda oluşan ayrışmayı, siyasi hesaplarla daha da derinleştirmenin yarardan çok zarar getireceğini düşünüyorum.
Yangına körükle gitmenin de “devlet adamlığı” denen ve sık sık değer atfedilen statünün sorumluğuyla kesinlikle bağdaşmadığı kanısındayım.
Yeminin hukuksal yönü
Gelelim bu yemin olayının hukuksal yönüne.
Teğmenlerin sloganı, ritüeli ve yeminleri birer “ifade”dir. Bundan kimilerinin hoşnut olması veya olmaması durumu değiştirmez. Dolayısıyla konunun “ifade özgürlüğü” kapsamında ele alınması gerekir.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin bir kararında* vurgulandığı üzere, düzenli işleyişi sağlamaya ve askerlerin disiplininin zedelenmesini önlemeye dönük katı kurallar, ordu kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat bununla birlikte ifade özgürlüğü askeri kışlaların kapılarında durmaz; bu özgürlük, Sözleşmeci devletlerin yargı yetkisi dahilindeki diğer tüm kişiler için olduğu gibi askeri personel için de geçerlidir.
Eğer ortada bir ifade özgürlüğü meselesi varsa, bu özgürlüğü kullanan kişilere dönük müdahalenin kanuni belirliliğinin olması zorunluluktur. Yani olay günü, söz konusu ifadelerin bir yaptırıma uğrayacağı teğmenler için öngörülebilir olmalıydı.
Somut olayda böyle bir öngörülebilirlik yoktur.
Şöyle ki; arşivde benim bulabildiğim kadarıyla en eski haber 1997 yılına ait. Milliyet gazetesinin “Genç Kartallardan Laiklik Andı” başlıklı ve 01/09/1997 tarihli gazete kupüründe genç teğmenlerin bu yemini ettiklerinin haberi okunabiliyor.
Sonraki yıllardaki haber kupürlerini de takip ettiğimizde bu andın, her sene farklı Cumhurbaşkanları önünde (Demirel, Sezer, Gül, Erdoğan) okunduğunu görüyoruz. Ayrıca diğer başka askerlerin de (komando andı, mavi bereliler yemini vb.) kendine özgü (kanunda düzenlenmemiş) geleneksel yemin antlarının olduğu hesaba katıldığında söz konusu törende “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz!” diyen veya bir nevi “Anayasa’ya sadakat” niteliği taşıyan bu ant metnini dile getiren bir teğmen bunun için cezai yaptırıma uğrayacağı kestiremezdi.
Bu nedenle olası bir disiplin cezasının vb. yaptırımın ifade özgürlüğünü ihlal edeceği kanısındayım.
Aksi bir düşünce, askerlerin (tören dışında dahi) her edim ve ritüeli için bir kanuni dayanak aramayı gerektirirdi ki bu durumda örneğin sabah sporlarında “yaylalar yaylalar” türküsünü söylemenin ve söyletmenin “gayri kanuni” olduğunu kabul etmek ve birilerinin canı istediğinde disiplin yaptırımı uygulamak gerekirdi.
Bu, abesle iştigaldir.
* Jokšas v. Litvanya, 25330/07, 12/11/2013, § 70.
Tolga Şirin kimdir?
Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır.
Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı.
TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir.
Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir.
2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı.
Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.
Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.
|