29 Haziran 2021

Şeriatçı sanat düşmanlığı ruhumuzu kirletiyor

Sanat alanında tam bir gerileme içindeyiz fakat konu müzik olduğunda durum epey yıkıcı

Picasso, "Sanatın amacı, günlük yaşamın bulaşan tozlarını ruhumuzdan temizlemektir." der. Derin ve uzun bir kirlilik içinde ruhu kirlenen toplumumuzun belki de nefes almasına olanak tanıyan ve bu karanlıktan çıktıktan sonraki sağalmamızın olası panzehridir sanat. Fakat epey zamandır süregelen kirlilik, sanatçılarımızı da yıpratıyor.

Tiyatro sanatçısı Levent Üzümcü, geçtiğimiz hafta Kadıköy Kilise Meydanı'nda, devletin, pandemi süreci boyunca Anayasa'nın 64'üncü maddesini uygulamadığına dikkat çekti ve ardından Nâzım Hikmet'in "Memleketimden İnsan Manzaraları" şiirinden de bir bölüm okuyarak değerli bir eylem gerçekleştirdi.

Bu eylem, sanatçıların içinde boğuştukları sorunlar yumağına dikkat çekmenin yanı sıra, temel hak bilinci açısından önem taşıyordu.

Bu eylemin işaret ettiği maddeyi bir de buradan aktaralım:

"Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır."

Hiçbir Avrupa anayasasında sanat özgürlüğünden ayrı olarak "sanatçı"lara ve "sanat sevgisi"ne böylesine özel bir vurgu yoktur. Dolayısıyla Türkiye'ye özgü değer taşıyan bu maddenin gerekçesinde, ana hedefin "sanatçılara ve sanata verilen önemin geliştirilmesi" olduğu ifade edilmişti.  Ayrıca maddenin Anayasa'ya konulmasının nedeni olarak da devletin "gelecek yıllardaki bu alandaki ödevlerinden en önemlisine işaret etmek" olduğu söylenmişti.[1]

Altını çiziyorum bunu söyleyen 12 Eylül rejimiydi. 12 Eylül'ün sansürcü darbecileri bile, öyle veya böyle, sanatın ve sanatçının hakkını teslim etme gereği duyuyordu. Cunta, "Gardırop Atatürkçüsü" bile olsa, Atatürk'ün "Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir." sözünden uzaklaşamıyordu.

"Kimi konularda 12 Eylül'ün bile gerisine düştük" diyenler bunu boşuna söylemiyor.  Sanatın ve sanatçının içinde bulunduğu durum, 40 yıl öncekinden daha iyi değil. Bu gerilemenin çok nedeni var. Fakat bunda iktidardaki şeriatçıların payı çok.

Örnekleyerek anlatayım.

Siyasal İslam ve heykel düşmanlığı

Türkiye'de şeriatçıların güzel sanatlar ile dost olmadığı bir sır değil.  Zaten kendileri de bu konudaki tutumlarını saklamıyor. Dost olmamaktan düşmanlığa kadar uzanan farklı düzeylerde tezahür eden bu tutumun en görünür olduğu alan sanırım heykelcilik. Örnekler saymakla bitmez ama en bilinenlerden başlayayım.

Daha 1950'li yıllardan itibaren (başta Ticanî tarikatının mensuplarınca olmak üzere) Atatürk heykellerine saldırılar başlamış, öyle ki bu durum Demokrat Parti iktidarını bile rahatsız etmişti.  DP, hâlâ yürürlükte olan ve zaman zaman tartışma yaratan "Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun"u bu konudaki kaygının ürünü olarak çıkarmıştır. (CHP, sanılanın aksine Atatürk'ün böyle kanunlarla korunmaya ihtiyacı yok savıyla Kanun'a karşı çıkmıştı.)

1970'li yıllarda CHP, kazandığı seçim zaferinden sonra tek başına iktidar olamamış ve bugünkü AK Parti'nin öncülü olan Millî Selamet Partisi ile mecburen koalisyona girişmişti. Bu koalisyonun ilk büyük gerilimi, heykeltıraş Gürdal Duyar'ın "Güzel İstanbul" isimli heykeli yüzünden çıkmıştı. Bu sanat eserini "pornografik" sayan şeriatçılar, Karaköy'deki heykeli Yıldız Parkı'nın ücra bir köşesine sürmüştü. Değişen pek bir şeyin olmadığını AK Parti döneminde heykelin fidanlarla sansürlenmiş olmasından anlayabiliyoruz.

Heykelciliğe dönük hınç, istikrarla devam etti. Eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'in "ben böyle sanatın içine tükürürüm" diyerek aşağıladığı heykelcilik, Recep Tayyip Erdoğan tarafından da "millî değerlerimize aykırı" olarak etiketlenmişti. Öyle ki kendisinin, çok eski olmayan bir tarihte Kocaeli Belediyesi'nin, kendisinin heykelini yaptırmasına içerlenerek şu sözleri söylemiş olması bunun tipik bir göstergesiydi: "Bazı belediyelerimiz şahsımın heykelini yapmışlar. Tabii bunu duyunca ben çok üzüldüm. Heykel değil hizmete yönelik eserler yapsınlar. Bunların bizim değerlerimizle çatışan şeyler olduğunu bilsinler."

Bu yaklaşım, münferit değildi. Heykeltıraş Mehmet Aksoy'un Türkiye ve Ermenistan arasındaki dostluğa gönderme yapan "İnsanlık Anıtı" için "ucube" nitelemesini kullanması ve ardından Kars'ta Ermenistan'dan da görülen bu heykelin Talibanvari bir tavırla ve tekbir sesleri eşliğinde yıkılması bu tutumun sistemli olduğunu gösteriyordu.[2] Bu sistematik tutumun kabul edilebileceği marj, her şehrin öne çıkan tarımsal ürününün kent merkezine dikilmesinden ibaret kaldı. Yapanların bile sahiplenmediği heykelimsilerin kalitesi zaten yorum gerektirmiyor.

Gösteri sanatlarına düşmanlık

Heykelcilik konusundaki bu tutum gösteri sanatları için de geçerli. Arşivler ortada. 1990'lı yıllardaki çıkışlar bugüne ışık tutuyor. Cumhuriyet Gazetesi'nin arşivindeki bir habere göre, Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildikten hemen sonra gazeteci Cansu Akbel ile yaptığı mülakat oldukça ilginç. Kendisine "kızlarının bale yapmasına nasıl reaksiyon göstereceği" sorulduğunda, geleceğin Cumhurbaşkanının yanıtı şu şekilde: "Kızlarımın hamdolsun o tür idealleri, düşünceleri söz konusu değil!"

Bu yanıt üzerine Akbel'in "Ben bir balerin olarak buraya gelseydim, benim elimi sıkarken yine bir sıkıntı duyar mıydınız?" biçimindeki sorusuna verdiği yanıt ise tüyler ürpertici: "Yok, benim size ilk tavsiyem, bence bu mesleği bırakın, demek olurdu. Çünkü bir balerinin neler yaptığı, neler ortaya koyduğu ve nereye hitap ettiği ortada. Bunu farklı bir yorum olarak değerlendirebilirsiniz. Yani bu benim kendi kanaatimdir. Dolayısıyla çok açık ve net söylüyorum, bu noktada duyarlılığını belden aşağı indirmeyeceği her şeyde varım."

Yani bale, o yıllarda Erdoğan için, kızlarının sakınmış olmasına şükrettiği, sapkın ve "belden aşağı" bir şeydi. Bu yorum, bugün ne denli değişmiştir bilmiyoruz. Geldiğimiz aşamada kendisine böylesi bir sorunun sorulması olanaklı bulunmadığı için öğrenemiyoruz da. Fakat bu konumunda bir değişiklik olmadığına dair elimizde yeterince veri var.

Diğer alanlardaki gerileme de farklı değil. CHP'nin Kültür ve Sanata Uygulanan Baskı ve Sansür/2014 Raporu'ndan bazı başlıklar, iyi bir panorama sunuyor. Yazımın kapsamı gereği aktaramıyorum ama o Raporu okumanızı öneririm.

Bu panoramaya 15 Temmuz sürecinden sonraki daha da artan otoriterleşmeyle birlikte, çok sayıda yeni olumsuzluklar eklendi. Sansür ve yasaklama iyice norm hâline geldi. Hele ki cinselliğe kenarından bile olsa değen içerikleri, hemen her alanda yasaklanması gereken bir pornografik üretim olarak kavrandı. Öyle ki Amelie filmi bile "pornografi" olarak görülebildi. Böylesi bir düzeyden bahsediyoruz!

Raporda aktarılan türden örnekler, tiyatro ve sinemadaki sansürün düzeyini göstermesi bakımından yeter de artar. Muhalif oyunlara veya muhalif olması gerekmeksizin salt Kürtçe olmasından dolayı sakıncalı sayılan etkinliklere gelmiyorum bile…

Pandemi ve müzik sektörünün çöküşü

Sanat alanında tam bir gerileme içindeyiz fakat konu müzik olduğunda durum epey yıkıcı. Çünkü bu alandaki sanatsal üretimler ve bu alandaki geçim kapıları diğer bütün alanların içinde en yaygını.

Fazıl Say örneğinde tecessüm eden muhalif sanatçılara dönük "boykotlar" meselenin bir boyutuydu. Dinsel gerekçelerden türetilen içki düşmanlığından mütevellit, alkollü ürün satan firmaların sponsorlukları yasaklamasıyla başlayan sürecin müzik sektörüne vurduğu ağır darbe ise meselenin çok daha çarpıcı diğer bir boyutun oluşturuyordu. Öte yandan, hemen her olumsuz olaydan (örn. şehit haberleri, bombalamalar vb.) sonra derhâl müzikli mekânların kapatılması, konserlerin ertelenmesi gibi tedbirler de -konunun hassasiyeti nedeniyle- üzerinde konuşulması güç bir başka sorundu. Oysa söz konusu tedbirler, "müzik" dendiğinde "vur patlasın çal oynasın" kabilinden bir eğlence etkinliğini anlayan sorunlu bir bakış açısını açık ediyordu. Ayrıca, mutlaka müzikten arınmış bir yas tutma biçiminin tüm topluma dayatılması da apayrı bir etik tartışma başlığıydı. Fakat bu meselelere, karşı karşıya olduğumuz sorunların çokluğundan dolayı sıra gelmiyordu.

Sıra buraya gelmediği içindir ki, pandemi sürecinde de en savunmasız kalan kesimlerin başına müzisyenler yerleşti. İktidar çevrelerince "olmasa da olur" sayılan müzisyenler, "kader"lerine terk edildi. Sadece pandemi döneminde en az 103 (yazıyla yüz üç) müzisyen, geçim sıkıntısından ötürü intihar etti. Binlercesi de sahip oldukları en değerli şeyleri, müzik aletlerini satmak zorunda kaldılar. Sanatçılarla birlikte çalışanlar (ışıkçılar, rodiler, menajerler, gece taksicileri vs.) da zaten içinde bulundukları geçim sıkıntısıyla mücadelede yapayalnız kaldılar.

Erdoğan'ın tuhaf açıklaması

Bütün bu sürecin sonunda Covid-19 tedbirleriyle ilgili olarak Cumhurbaşkanı'nın yaptığı açıklama, bütün bu olumsuzluklar yığınının tepesine tüy dikti. Gece 00.00'dan sonra müzik yapılmasına izin verilmeyeceğini açıklayan Erdoğan bu durumu, "maalesef, salgın nedeniyle bir süre daha dişimizi sıkmamız gerekiyor" veya "salgını ortadan kaldırıncaya kadar sosyal mekânlarda toplanmalarda kısıtlamalar esnese de devam edecek" gibi empati yüklü bir cümleyle değil, "kusura bakmasınlar; kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yok" gibi tuhaf ve hınç yüklü bir tonla açıkladı.  Meselenin "kimse kusura bakmasın" biçiminde pek de dostane olmayan bir vurguyla ve "rahatsızlık vermek" gibi zaten zor durumda olan sanatçıların üretimlerini değersizleştiren, incitici sözcüklerle açıklanıyor olması başlı başına bir sorun. Fakat bu açıklamada net olan nokta, bu tedbirin Covid-19 salgını ile ilgili olmadığıydı. Zira tedbirin gerekçesi salgın değil, gece yarısı sükûneti oldu. Dolayısıyla bu açıklama, iki gün önce genelgeyle getirilen yasağın fırsattan istifade uygulanmaya çalışıldığını, dolayısıyla hukuka aykırı olduğunu gösterdi. Zira bu konudaki olağan dönem kuralları bellidir. Eğer Covid-19 ile ilgisi yoksa -ki açıklama, olmadığını gösteriyor- olağan kurallardan genelge yoluyla sapılması olanaklı değil. Dolayısıyla Covid-19 tedbirleriyle ilgisi olmayan bu tedbirin ve buna dayalı işlemlerin yargı yoluna taşınması gerek.

Öte yandan, konunun yargıyla sınırlı kalmayıp keyfîliğe karşı eylemli biçimde karşı durmayı gerektirdiği de akılda tutulmalı. Çünkü söz konusu tutum sadece hukuksal değil, aynı zamanda politik de bir meydan okuma içeriyor. Yani mesele, "devlet destek olmuyor, bari köstek olmasın" söyleminin ötesinde bir ideolojik (şeriatçı) bir yön taşıyor.


[1] "Sanatçıların" (sanat özgürlüğünden farklı ve özel olarak) korunması konusu genellikle Latin Amerika anayasalarında düzenlenir. 2009 Bolivya (md. 102), 1988 Brezilya (md. 150), 1985 Guatemala (md. 62), 1917 Meksika (md. 28), 1987 Nikaragua (md. 49), 1972 Panama (md. 84), 1966 Uruguay (md. 33) ve 1999 Venezuela (md. 101) anayasalarındaki birbirine benzer nitelikteki hükümlerde daha çok fikri mülkiyet hakları vb. hukuki haklara dönük gönderme vardır. Türkiye'dekine benzer bir hükümle, karşılaştırmalı anayasa hukukunda pek karşılaşılmaz.

[2] Anayasa Mahkemesi bu olayda sanatçının ifade özgürlüğünün ihlal edildiği sonucuna varmıştı.

Yazarın Diğer Yazıları

Atatürk Kürtlere özerklik vaat etmiş miydi?

Yerel yönetimlere dönük bu özerklik veya diğer bir ifadeyle özyönetim yetkilerini genişletme eğiliminin nedeni halkın, demokrasi kültürünü pekiştirmesidir

Nedir şu “Yerel Özerklik” dedikleri? | Avrupa Yerel Yönetimler özerklik şartı

Bir kişinin terör mahkûmu olursa belediye başkanı olamaması anlaşılır ama daha hüküm yokken peşinen ve bu kadar çok sayıda seçilmiş kişinin görevden alınmasında her hâl ve kârda ağır abeslik var

Türkiye'de içki sadece içki değildir

Vergi adı altında içki içmenin cezası kesiliyor