Batı'da eski çağlardan beri bilinen bir hikâye vardır. Büyük İskender, esir aldığı bir korsana sorar: "Hangi cesaretle denizlerde saldırganlık yapabildin?" Korsan, bu soruyu "Sen hangi cesaretle tüm dünyaya saldırabildin?" sorusuyla yanıtlar ve konuşmasına bilgece devam eder: "Ben sadece çok küçük bir gemiye sahip olduğum için korsan diye adlandırılıyorum, sen ise aynı şeyi çok büyük bir donanmayla yaptığın için imparator olarak adlandırılıyorsun."
Bu öykü bize, devlet ile çete arasında çok küçük bir fark olduğunu gösterir. Ayrıca, bir kişinin "korsan" denilerek aşağılanacağı bir uçtan, "imparator" denilerek onurlandırılacağı diğer bir uca, "meşruluk" denilen sihirli sözcükle geçtiğini anlatır. Büyük İskender'i korsandan ayıran şey, sahip olduğu iktidarın dayandığı meşruluktur.[1]
Meşruluklar türlü türlüdür. Karizmatik olabilir, dinsel olabilir, tarihsel olabilir vs. Fakat modern devletlerde esas olan hukuksal-demokratik meşruluktur. Bu meşruluğun temeli ise anayasalardır. Yani bir kamu gücünün eylem ve işlemi anayasal olduğu denli suç örgütlerinin eylemlerinden ayrılır. Buna birazdan döneceğim.
Anayasal devletlerin veya demokratik hukuk devletlerinin temel iddiası, bütün egemenliğin halkta olmasıdır. Halk, egemenliğini seçtiği yetkili organları aracılığıyla kullanır ve bu organları bizzat siyasal katılım kanallarıyla (ifade, basın, toplantı ve gösteri, örgütlenme özgürlüğü ve grev hakkı gibi) yönlendirir. Bu düzenekte kamu eylem ve işlemlerinin şeffaflığı ve hesap verebilirliği esastır. Bu bakımdan -kural olarak- dilediğiniz mahkemenin kapısından girip, sizin adınıza karar verecek olan mahkemelerdeki duruşmaları izleyebilirsiniz. Olanaklıysa fiziksel olarak, değilse televizyon kanalıyla, TBMM'de sizin adınıza çıkartılan kanun görüşmelerini izleyebilirsiniz. Bir dilekçeyle, yürütme erkinin her türlü eylem ve işlemi hakkında bilgi edinebilir ve gerekçeleri öğrenebilirsiniz. Çünkü hukuk devletlerinin yurttaşlarından bir şey saklamayacağı varsayılır. Prensip budur ama koşullara göre bazı istisnalar vardır. Bu istisna alanının fazlasıyla gri bölgesinde ise "devlet sırları" yer alır. Devlet sıraları, polis devletlerinde gayet olağandır fakat hukuk devletlerinin "aşil topuğu" gibidir, oldukça hassastır ve çok genişlerse onu çok kırılgan kılar, hatta kangren yapar.
Türkiye'de, diğer pek çok ülkede olduğu gibi devletin sırları var. Bu konu, Anayasa'da da düzenlenmiş bulunuyor. Anayasa'nın ifade özgürlüğüne ilişkin 26'ncı maddesine göre bu özgürlük, "Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması" için sınırlandırılabilir. Bu sınırlama nedeni 1961 Anayasası'nda yoktu, 12 Eylül'den sonra geldi. 1982 Anayasa'nın ilk taslak metninde, söz konusu sınırlama nedeni "devlete ait gizli bilgilerin açıklanmaması" biçimindeydi. Bu hüküm, Danışma Meclisinde bazı eleştiriler aldı. Herhangi bir görevlinin bir evrakın üzerine "gizli" ibaresini basabileceğini ve bunun ifade özgürlüğü aleyhine sonuçlar doğurabileceğini ifade ettiler. Karşıt görüştekilerin temel itirazı, hükmün, keyfî biçimde uygulanma olasılığıydı. Ayrıca uygulamadaki "çok gizli", "gizli", "özel", "hizmete özel", "tasnif dışı" gibi ibareler bulunan belgeler ile devlet sıralarının ayrılması gerektiğini ileri sürdüler.[2]
Bu eleştiriyi dile getirenlerin önerisi "gizlilik" yerine "devlet sırrı" kavramının kullanılması oldu. Önerileri ve önergeleri ciddiye alındı ve metin yeniden Anayasa Komisyonuna gönderildi. Komisyon, "devlete ait sırlar" ifadesini tercih etmekle kalmadı, usule uygunluğa da gönderme yaptı: "Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgiler" ifadesi eklendi. Yani devlet sırrı, Anayasa'da güvence altına alınan ifade özgürlüğünün önüne bir engel olarak kondu ama bu engelin keyfî hâle gelmemesi için usuli belirlilik kaydı getirilmiş oldu. Bunun anlamı, neyin devlet sırrı olacağına dair bir yöntemin, hukuk devleti ilkesine uygun belirlilikle düzenlenmesi gerektiğiydi. Yani Anayasa'nın anılan hükmü, bir "devlet sırları kanunu" düzenlemesini zorunlu hâle getirmişti.
Anayasa böyle bir yükümlülük getirdi getirmesine ama bu zorunluluğun gereği olan kanun, kırk yıldır çıkarılmadı. Bu noktada bir bakıma yasama organının "ihmali yoluyla anayasaya aykırılık" oluştu. Bu aykırılık hâlâ geçerliliğini koruyor. Can Dündar, Erdem Gül ve Enis Berberoğlu hakkındaki davada da görüldüğü gibi, sorun gittikçe derinleşmiş bulunuyor ve daha da ileri gidecek görünüyor.
Gerçi geçtiğimiz kırk yıllık süreçte bu boşluğu doldurmak için hiç adım atılmamış değil. Örneğin 2008 ve 2011 yıllarında, AK Parti, (dönemin başbakanı) Recep Tayyip Erdoğan'ın da imzasının bulunduğu devlet sırları kanunu tasarıları sundu. AK Partililer tasarıyı şöyle gerekçelendirmişti:
"Devlet sırları ve gizliliğiyle ilgili olarak mevzuattaki bu yetersiz düzenlemeler, konunun bir özel kanunda düzenlenmesini gerekli kılmaktadır (…) Ayrıca, günümüzde Avrupa Birliği mevzuatıyla uyum sağlamak, şeffaf, denetlenebilir, demokratik bir yönetimin sağlanması, devletle vatandaşın menfaatlerinin uzlaştırılması, bireyin bilgi edinme hakkının sağlanması hususlarında devlet sıraları ve gizlilik kavramlarına açıklık getirilmesi zorunluluğu hasıl olmuştur".
Geldiğimiz otokratik aşamada iktidar koalisyonunda bu gerekçede yazan türden bir derdin olmadığı açık. Gelgelelim o gerekçedeki şu belirleme hâlâ geçerliliğini koruyor:
"Devlet sırrı ve gizliliğiyle ilgili hükümlerde devlet sırlarının hangi usul gereğince belirlenip belirtileceği, hangi hususların devlet sırrı teşkil edeceği, devlet sırrı olgusunun belirlemeye yetkili makam ve mercilerin hangileri olduğuna dair yeterli açıklığa rastlanmamaktadır."
Bugün neyin devlet sırrı olduğu ve buna nasıl karar verildiği tam bir "sır". Bir bakıma kısır bir döngüyle karşı karşıyayız. Gerçi Ceza Muhakemesi Kanunu "Açıklanması, Devletin dış ilişkilerine, milli savunmasına ve milli güvenliğine zarar verebilecek; anayasal düzeni ve dış ilişkilerinde tehlike yaratabilecek nitelikteki bilgiler, Devlet sırrı sayılır" gibi bir tanım getiriyor ama bu tanım da öngörülebilir değil, belirsizlikle malul.
Bunları anlatarak "devletin sırrı olmaz" demiyorum. Kuşkusuz, her devletin bazı sırları olabilir. Bu doğaldır. Fakat o devlet, bir hukuk devletiyse bir bilgiyi "devlet sırrı" olarak nitelemenin yolu yordamı ve sınırları bilinir. Aksi durum keyfîliktir. Çünkü devlet sırrı, fazlasıyla özneldir. Bir bilginin, devletin hangi dış ilişkilerine zarar verip vermeyeceği, kişilerin dünya görüşüne göre farklı yorumlanabilir. Hakeza, "millî güvenlik"ten ne anlaşılacağı da öyledir. Bu kavramların anlamı konusunda tek bir siyasi eğilimin tekeli olamaz. Örnek vereyim: Kimileri, devlet yetkililerinin belli bir oluşumla gizli görüşmeler ve iş birliği yapmasını millî güvenlik açısından gerekli görebilir. Fakat diğer bazıları, bizzat bu türden bir eylemin ağır millî güvenlik sorunlarına neden olduğunu düşünebilir. Kimilerine göre silahlı çatışmalardaki can kayıplarının saklanmasında kamusal yarar varken, diğer bazılarına göre bizzat bu türden bilgilerin halktan saklanması kamunun zararınadır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Ama vereceğimiz her örnek, konunun ne denli göreceli olduğunu gösterir.
İşte demokratik devletlerde bu göreceliği asgari düzeye çekmek için bazı tedbirlere gidilmiştir. Bir bilginin "devlet sırrı" olmasına tek bir kişi veya tek bir erk karar vermez. Karar, kurul hâlinde ve belli ölçütlere göre belirli sürelerle alınır ve mutlaka bağımsız yargısal denetime tabi olur. Ayrıca, söz konusu bilginin bir ceza yargılamasında kullanılması gerekiyorsa, bu türden bilgi ve belgelerin gizlenme marjı iyice daralır ve alenileşmediği her adımda ayrıntılı gerekçelendirme yapılır. Başta gazeteciler olmak üzere kişilerin bir bilginin "devlet sırrı" olup olduğunu öngörebilme olanakları dikkate alınır. Dahası, bir şekilde kamuoyuna mal olmuş bilgiler, söz konusu bilginin üzerinde "gizli" vb. türden ibareler eklense bile artık "sır" sayılamaz. (Bkz. Yargıtay 9. CD, T. 19.4.1995 ve E. 1995/1732, K. 1995/2785) Toplumun veya siyasetçilerin tartışageldiği bu türden bilgilerin basın tarafından yayılması, hatta konunun derinleştirilmesi (!) demokratik toplum düzeninde olağandır. Hele ki söz konusu bilgi, anayasal düzen ile uyumsuz ise bu fazlasıyla geçerlidir. Bu konuda epey hassas olan Alman mevzuatında açıkça yazılan bir hükümde de ifade edildiği üzere: "Özgürlükçü demokratik temel düzene aykırı olgular devlet sırrı sayılmaz." Bunu Türkiye'ye uyarlayacak olursak; demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinde kabul edilmeyecek eylem ve işlemler, hele hele suçlar, "devlet sırrı" örtüsünün arkasına saklanamaz, bu etiketlerle aklanamaz. Bu türden bilgilerin öğrenilmesindeki ve aktarılmasındaki kamusal yarar, millî güvenlikle ilgili kamu menfaati iddiasına kategorik olarak ağır basar!
Ayrıca böyle durumlarda konunun basın özgürlüğüne bakan yönü de çok ciddidir. Bu konuda İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin dediği gibi:
"Devletin etkinliklerinin ve kararlarının sır veya mahrem niteliği nedeniyle demokratik veya yargısal denetimden kurtulduğu durumlarda basın özgürlüğü çok daha büyük önem kazanır. Bir gazetecinin, sır veya mahrem olduğu düşünülen bilgileri açığa çıkardığı için mahkûm edilmesi, medyadaki, kamusal yarar bulunan konularda kamuoyunu bilgilendiren basın çalışanlarını caydırabilir. Sonuç olarak, basın artık ‘kamuoyunun bekçi köpeği' olarak yaşamsal rolünü oynamayabilir; basının doğru ve güvenilir bilgi sağlama yeteneği olumsuz etkilenebilir."
Bunlar benim değer yargılarım değil, anayasal gerçeklerdir. Anayasa, diğer kamu kurumları gibi Türk Silahlı Kuvvetlerini, Emniyet Müdürlüğünü ve tabii ki Millî İstihbarat Teşkilatını da bağlar. Anayasal devlet, meşruluğunu anayasadan alır; bu nedenle suçla mücadele ederken suç işlemez, işleyemez. Anayasal düzeni korumakla yükümlü organlar, Anayasa'yı ihlal edemez. Aksi bir düşünce, elde ne yasallık ne de meşruluk bırakır. Böyle olunca da -baştaki hikâyeye dönersek- devlet, bir çeteden farksız hâle getirir. Bu benzeşme, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin giriş kısmına veya Alman Anayasası'nın 20'nci maddesine de yansıyan bir hakkı, direnme hakkını gündeme getirir.
İktidarın anayasallığının ve meşruluğun olmadığı, yani devletin çeteleştiği yerde direnme bir haktır.
[1] Bu öyküye dayalı olarak, terör kavramının tersyüz ediliş biçimleri konusunda Noam Chomsky'nin, Aslı Önal'ın çevirisiyle yayımlanan Korsanlar ve İmparatorlar: Eskiler ve Yeniler (Ayrıntı Yay.) kitabını öneriyorum.
[2] Meraklısı bu konudaki tartışmaları şuradan okuyabilir.