10 Ocak 2023

Devrim kanunları başarısız mı?

Kanun, başarısızlığa "uğramadı", bir bakıma "uğratıldı"

Geçen hafta Fatih Altaylı'nın Teke Tek isimli programının konuğu, eski AK Parti milletvekili ve bakan, yeni DEVA Partisi genel başkanı Ali Babacan'dı. Programda kendisine, tarikat ve cemaatlere yakın şirketlere tanınan vergi muafiyetleri, bunların lehine yapılan ayrıcalıklı sözleşmeler ve cemaatçi kadrolaşmalar soruldu.

Sayın Babacan, bunlara karşı olduğunu söyledi. Çözüm olarak da tarikat ve cemaatlere açıkça örgütlenme hakkının tanınmasını önerdi. Altaylı, bunun "Devrim Kanunları"nda değişiklik yapmayı gerektirdiğini hatırlattığında ise "ama o kanunlar çok eskilerde kaldı. O kanunları da bir masaya yatırmak lazım. O kanunlar gerçekten yasaklayabilmiş mi? Bu yapıları gerçekten ortadan kaldırabilmiş mi?" diye yanıt verdi.

Sonradan Halk TV'ye misafir olan Mustafa Yeneroğlu da benzer yönde açıklamalar yaptı ve bu kanunları kaldıracaklarına varan açıklamalarda bulundu.

Bu açıklamalara baktığımızda DEVA Partisi'nin devrim kanunlarına karşı bir konum aldığını, hatta bunları değiştirmek istediğini anlıyoruz.

Bu, pek iddialı bir çıkış. Çünkü devrim kanunları Cumhuriyet'in temelini oluşturur. Dahası, meselenin bir de teknik boyutu vardır. Bu kanunlar 1961 yılından bu yana anayasal nitelik taşır. Anayasa, diğer hiçbir kanuna açıkça atıf yapmaz ama bunları tek tek sayar, amaçlarını belirler ve bazı yasaklar getirir.

Üşenmeyelim, günümüz Türkçesiyle sayalım:

  • "Öğretimin Birliği Kanunu",
  • "Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun",
  • "Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Engellenmesi ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Yasaklanması ve Kaldırılması Hakkında Kanun",
  • "Türk Medeni Kanunu'nun evlenme sözleşmesinin evlendirme memuru tarafından yapılacağına dair medeni nikâh kuralı",
  • "Uluslararası Rakamların Kabulü Hakkında Kanun",
  • "Türk Harflerinin Kabulü ve Uygulaması Hakkında Kanun",
  • "Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığında Dair Kanun",
  • "Bazı Elbiselerin Giyilmeyeceğine Dair Kanun"

Anayasa'ya göre bu kanunların iki amacı vardır: (1) Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmak, (2) Türkiye Cumhuriyeti'nin laiklik niteliğini korumak.

Bu konuda bir de anayasal yasak vardır. Buna göre; devrim kanunlarının Anayasa'ya aykırı oldukları sonucuna varılamaz, böyle bir sonuç getirecek yorumlarda bulunulamaz.

Peki, bu kanunlarda değişiklik yapılabilir mi?

Evet, yapılabilir. Yapıldı da. Örneğin CHP yönetiminin sonlarına doğru, tekke ve zaviyelerle ilgili kanuna bazı eklemeler getirildi. Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanların Kültür Bakanlığınca umuma açılması ve bunlara memur tayin edilmesi konusunda kurallar konuldu. 1965 yılında, bu kanunda yer alan sürgün cezası kaldırıldı. Aynı yıl, unvanlarla ilgili kanun, TSK Personel Kanunu ile uyumlu kılındı, vs… Ne var ki söz konusu değişiklikler laiklik ilkesinin amacını koruyan bu kanunların özünü ortadan kaldıracak nitelikte değildi. Yani sadece bazı teknik ayrıntılarda değişikliğe gidildi. Değişikliklerin hiçbiri (dinsel nikahla ilgili tartışmalar bir tarafa) bu kanunların özünü, yani temel mantığını ortadan kaldıracak düzeye ulaşmamıştı.

Bu düzeyde bir değişiklik kanımca anayasal yönden mümkün değil. Aksi bir düşünce bunların Anayasa'da özel olarak sayılmış olmasını anlamsız hâle getirir. Dahası bu kanunlar, laiklik ilkesinin de koruyucusu olarak tanımlanmıştır. Bunun tersten anlamı şudur: Bu kanunları tamamen kaldırmak, laiklik ilkesini bazı koruyucularından da mahrum bırakmak demektir. Buna izin verilemez.

Bu benim hukuksal görüşüm.

Bu belirlemeyi yaptıktan sonra, konusu açıldığı için, bu konuda üç önemli noktaya da dikkat çekmek istiyorum.

1.Tekke ve zaviyeler neden kapatıldı?

Bu kanunun çıkarılmasında birden çok neden vardı. Fakat süreci tetikleyen olay, feodal/şeriatçı Şeyh Sait İsyanı'ydı. İsyan üzerine ve buna verilen tepkiye dair çok şey yazılabilir ama kanunun mimarlarından Mustafa Kemal Atatürk'ün 30 Ağustos 1925'te Kastamonu'da yaptığı konuşma, kanunun resmî mantığını özetler:

"Bugün bilimin, fennin, bütün her şeyiyle uygarlığın aleviyle yüz yüze gelişinde filan veya falan şeyhin yol göstericiliğinde maddi mutluluğu ve maneviye arayacak kadar ilkel insanların Türkiye uygar toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum. (Şiddetli alkışlar.) (…) Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. (Sürekli alkışlar.) Uygarlığın emrettiğini ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir."

Aynı süreçte Konya Milletvekili Refik Koraltan ve arkadaşları kanun teklifini sundular. Kanun'un gerekçesi de meseleyi açık seçik ortaya koyuyordu:

"Tekkeler ve zaviyeler gibi İslam dininin zorunluluklarından olmayan kurumların, sahiplerinin gölgesi altında, halkı karıştırmaya ve siyasi maksadının değerini arttırmaya ne kadar uygun olduğunu, mal ve canca birçok fedakârlıkları gerektiren son gericilik olayını yeniden basına bildirdik ve vatan ve devletin esenliğinden ve sükûnetinden kaygılananların dikkatini çektik."

Kanun görüşmelerinde Refik Bey, bu yapıların "memleket içinde fesat kaynağı" ve "hainane girişimlerin zemini" olduklarını söylemişti.  Rize Milletvekili Ekrem Bey "tekkelerin en iğrenç toplumsal sahnelere yuva olduğunu, memleketin en buhranlı zamanlarında uğursuz siyasi yıkım yaptıklarını (…) padişahlarla el ele birçok uğursuz cinayetin tezgâhçısı olduklarını" ve ortadan kaldırmalarıyla birlikte "bağnazlık içinde yaşayan milletlere örnek" olacaklarını vurgulamıştı. Antalya Milletvekili Rasih Bey de bu kanunun neye karşı olduğunu şu sözlerle ifade etmişti:

"Tarikatlar kaldırılırken, yüksek kurulunuzun bildiği gibi, memlekette uyuşukluk, bilim düşmanlığı, emek düşmanlığı ortadan kaldırılıyor demektir. Çünkü değerli arkadaşlar, bu kanunu kabul ederken tarih karşısında şunu itiraf edeyim ki, on bir asırdan beri Müslümanlık bu afetle yaralanmış ve bu afet yalnız Türkiye'yi değil, bütün Müslüman âlemini yıkmıştır, bütün Müslüman âlemini uyuşukluğa doğru götürmüştür, bütün Müslüman âlemini çöküşe, cahilliğe sevk etmiştir."

Örnekle çoğaltılabilir ama uzatmayalım. Kanunun amacı özetle İslam'ı da toplumu da bu tür çıkar gruplarından ve manipülasyonlardan kurtarmaktı. İlerleyen yıllarda buna laik devlet olmanın gereği de eklendi.

Konuyu tartışırken bu kurucu iradeyi göz ardı etmemeliyiz.

2. Devrim kanunu başarısız mı oldu?

DEVA Partisi yetkilileri anılan kanunun başarısız olduğunu söyledi. Bu sav iki yönden tartışmalı.

Birincisi, kanun, aslında bir ölçüde başarıya ulaşmıştı. Özellikle 1950'li yıllara kadar istismarcı tekke, tarikat ve cemaatlerin gerçekten de zayıfladığını, hatta bir kısmının yok olduğunu görüyoruz. Halkın tebaa olmaktan yurttaş olmaya yöneldiği bu süreç, dinsel alanda bireyselleşmenin ve inançlı kişilerin manipülatif yapılara ihtiyaç duymadan da dinlerinin gereklerini yerine getirme olanaklarının ortaya çıktığı bir dönemdi. Fakat 1950'li yıllardan sonra Demokrat Parti'yle birlikte bu politika tersine döndü. 12 Mart'tan sonra ivme kazanan, 12 Eylül'den sonra ise gemiyi azıya alan antikomünist politikalar bu yapıların önünü daha da açtı.

Bu türden örgütlenmeler, soğuk savaş yıllarında siyasal İslamcılığın, sola karşı kullanılması politikasından yararlanarak güç kazandılar. Yani birileri tarafından desteklendiler. Dolayısıyla Kanun, başarısızlığa "uğramadı", bir bakıma "uğratıldı."

İkincisi, bir an için kanunun "başarısız" olduğu varsayılsın. Acaba bu, o kanunun kaldırılmasını gerektirir mi? Örneğin Türk Ceza Kanunu'nu ele alalım. Bu kanunda insan öldürme suçu bulunur. Bu suç tipi, Türkiye'deki cinayetleri bitirmiş midir?  Bitirmemiştir. Bundan hareketle, madem bu kanun hükmüne rağmen cinayetler hâlâ var, o zaman bunu yürürlükten kaldıralım diyor muyuz? Hayır. Hiçbir kanun, yöneldiği amacı tek başına gerçekleştiremez. "Başarı" bir kanunun gerekliliği için tek ölçüt değildir. Mesele, hukuken bir ceza politikası meselesidir.

Konuyu, bu tarihsel verileri ve mantıksal gerçekleri göz ardı ederek tartışamayız.

İnsan hakları hukuku ne diyor?

Bu tartışmanın bir de uluslararası insan hakları hukukuyla ilgili bir yönü var. "Din ve inanç gruplarının tüzel kişilik hakkı" olarak ifade edilen bu hak, öteden beri tartışılageliyor. Örneğin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, bu konudaki mevzuat boşluklarını sorun olarak tespit ettiği birden çok karar (1, 2) verdi. İnsan Hakları Mahkemesi de çeşitli kararlarında, din ve inanç topluluklarının tüzel kişiliğinin tanınmamasının, davada taraf olamama, vakfa dönüşememe veya mülkiyet edinememe gibi sorunlarla ilişkili olarak  adil yargılanma, örgütlenme, mülkiyet hakkı gibi hakları ihlal edebileceğini söyledi. Mahkeme, bu konuda kanuni belirsizlik olmaması gerektiğine birden çok kez hükmetti.

Bu konu Türkiye özelinde uzun yıllar gayrimüslim topluluklar yönünden ele alındı. Öyle ki 2009'da Venedik Komisyonu, gayrimüslim dini topluluklarının hepsine birden tüzel kişilik tanınması gerekliliği önerisi yayımlamıştı. 2010'da da Anayasa Mahkemesi, gayrimüslim cemaatlerin vakıflaşması ve mülkiyet edinmesine ilişkin mevzuatı tasdiklemişti. Bu konular biraz da Lozan Antlaşması'nın getirdiği ayrıksı hükümlerden ileri geliyordu.

Fakat mesele gayrimüslim cemaatler değil de Müslüman dini gruplar olduğunda belirsizlik öne çıkıyordu. Bu konu, İnsan Hakları Mahkemesi'nin önüne nispeten yakın zaman önce sonuçlanan İzzettin Doğan ve diğerleri v. Türkiye kararında geldi. Bu davada hükûmet, bir yandan Aleviler bağlamında "dede" unvanının yasaklanmasının ve cemevlerinin ibadethane olarak sayılmamasının nedeni olarak 677 sayılı Devrim Kanunu'nu göstermiş, diğer yandan bu kanunun günümüzde uygulanmadığını ileri sürmüştü.

Davanın sonucunda İnsan Hakları Mahkemesi, Alevilere dönük ayrımcılığı tespit etti ama dinsel grupların durumunu düzenleyen bir mevzuata ihtiyaç olup olmadığına dair açıkça belirleme yapmaktan kaçındı. Ne var ki (burada ayrıntısına girmek mümkün değil ama) karardaki dolaylı belirlemeler, bu konularda çok daha derinlemesine tartışmaların bizi beklediğini gösterdi.

Belli ki Alevilerin uğradığı ayrımcılığın, bu alandaki mevzuat eksikliğiyle de ilgili yanı var. Fakat bu yönde atılacak adımlar, dinsel manipülasyonlara karşı da uyanık olmayı gerektiriyor.  Zira sadece cinsellik, statü ve para vadederek örgütlenen kimi çıkar gruplarının din özgürlüğü söyleminin arkasına saklanarak toplumumuza zarar verdiğini yeterince deneyimlemiş bulunuyoruz.

Dolayısıyla bu konuda daha çok düşünülmesi gerekiyor, doğrudur. Gelgelelim bunu da, Türkiye'nin özgün koşullarını göz ardı eden bir Amerikan liberali edasıyla veya artık bayatlamış olmasına rağmen yeniden tedavüle sokulmaya çalışılan "resmî ideoloji karşıtlığı" diliyle yapmamak önem taşıyor. Çünkü öyle bir lüksümüz yok artık.

Tolga Şirin kimdir?

Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır.

Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı.

TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir.

Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 

2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı.

Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları

Dünyadan önemli anayasal gelişmeler

Romanya Anayasa Mahkemesi'nin adil seçim yapılmadığı gerekçesiyle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunu iptal etmesi, Güney Kore Devlet Başkanı Yon Suk-yol'un sıkıyönetim ilan etmesi ve yargılanacak olması; Türkiye için de demokrasiyi güçlendirme yolunda halkın katılımının ve bilinçli sivil toplum hareketlerinin önemini bir kez daha vurguluyor

Kayyım uygulamaları tarihsel yoruma da aykırı

Anayasa’yı koyan kurucu iktidar İçişleri Bakanının belediye başkanlarını geçici olarak görevden uzaklaştırma yetkisini, “görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılmış olması” koşuluna bilerek ve isteyerek bağlamıştır

Esenyurt Belediyesi'ne kayyım atanması Anayasa’ya neden aykırı?

Bu konu idari yargıya taşındığında, hükmün somut norm denetimi yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi ve AYM’nin hızlı bir karar alması gerekir

"
"