30 Ekim 2020

Cumhuriyet Bayramı

Atamayla devlette görev almış bir kamu görevlisinin "düşman" tanımlamasını yaparken daha dikkatli olması gerekir!

"(…) Emperyalist kuvvetler milletimizi hukuk ve haysiyet ve istiklâlden mahrum ve bunları gayrimüdrik bir hayvan sürüsü telakki ettiği için böyle bir sürünün elinde nâmütenahi hazâin-i tabiiyyeye (doğal hazinelere) malik kıymetli ve vasi bir memleketin bırakılmasını caiz göremezdi. Onları telakkisine göre, bu memleketi parçalamak ve bu memleketteki insanları taht-ı esaretlerine almak lâzım idi.

Böyle bir emel, böyle bir gaye takip ediyorlardı ve Harb-ı Umumî’nin neticesiyle hâsıl olan fırsattan istifade ederek, mütareke ile milletin ve ordunun elinden silahlarını da aldıktan sonra fiiliyatta girişmişlerdir.

Bir taraftan dahilde bulunan gafil veya hain kuvvetler memleket ve milleti adeta bu hariç kuvvetler gibi, bu hariç nazarlar gibi telakki ediyorlardı. Binaenaleyh onların mesaisi en hain düşmanların mesaisi mahiyetinde tecelliyyatını göstermiştir.

İşte bundan bir sene evvelki vaziyetimiz böyle bir şekil ve renk ve manzara gösteriyordu." (Zafer Toprak, Atatürk / Kurucu felsefenin evrimi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020)

Bu değerlendirmelerin sahibi, dönemin Büyük Millet Meclisi (BMM) Başkanı olan Mustafa Kemal Atatürk’ten başkası değildi.

Gazi, TBMM’nin kuruluşundan dokuz ay sonra Londra’ya gitmeye hazırlanan ve İstanbul’da bulunan Tevfik Paşa ile görüşmesinde yapmıştı bu değerlendirmeyi.

Atatürk değerlendirmesinde özetle, emperyalist kuvvetler olarak nitelendirdiği işgal kuvvetlerinin bu topraklarda yaşayan milleti hukuk, haysiyet ve bağımsızlıktan yoksun aklı olmayan bir hayvan sürüsü olarak gördüğünü, bu toprakları bu millete bırakılmayacak kadar kıymetli gördüklerini, yine bu toprakları parçalayarak yönetmeyi planladıklarını anlatmıştı.

Atatürk, Anadolu’da yakılan bağımsızlık ateşine katkı vermeyip işgal kuvvetleriyle beraber hareket edenleri "dahilde bulunan gafil veya hain kuvvetler" olarak tanımlarken, bu kitlelerin çalışmalarını ve hareketlerini "en hain düşman"ın çabalarıyla eş değer tutuyor.

Mustafa Kemal ve arkadaşları, Osmanlı’nın son dönemindeki İstanbul Hükümeti’nin tüm aksi çaba ve girişimlerine karşın, "Milli Mücadele’de yer alan halkın desteği" ile önce 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’ni kurdu.

Süreç, 29 Ekim 1923 günü ilân edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun tüm dünyaya duyurulmasıyla taçlandı.

* * *

Halifeliği de içine alan Osmanlı Hanedanlığı yönetimini sona erdiren Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun günümüze kadar gelen pek çok kazanımları mevcut.

Eğitim, kültür - sanat, kadın hakları, devlet ve özel sektöründeki yatırımlar, bilim, spor, topyekûn toplumsal kalkınmanın sağlanması, esnaf, köylü, işçi, kamu çalışanı gibi nüfusun neredeyse tamamını ilgilendiren sosyal haklar, üretimin öncelik kazanması, kısa, orta ve uzun vadeli ekonomik planların oluşturulması…

Bu başlıklarda ilgili özel ve devlet kurumların tek tek kurulup hayata geçirilmesi… Başlıkları çoğaltmak elbetteki mümkün.

Hepsi 1923 sonrasında nefes almaya başlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımıdır.

Ancak iki kazanım var ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin "olamazsa olmazı"dır:

Cumhurun yani, halkın kendi kendini yönetmesine olanak sağlayan siyasi sistem ile dine ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını sağlayan laiklik.

Diğer başlıkların neredeyse tamamı, bu iki kazanım üzerine yıllar içinde inşa edilmiştir.

Türkiye’yi ve Türk insanını bugünlere taşıyan kazanımlardır, bunlar.

Bu coğrafyayı gelecek kuşaklara ulaştıracak da yine aynı kazanımlar olacaktır.

Fakat bugün geldiğimiz nokta itibarıyla bağımsız Türkiye’nin yaratılmasında kimi zorluklar ve güçlükler karşımıza çıkıyor.

Ülkeyi yöneten siyasi iradenin uyguladığı idare biçimi ve yöntemi, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk üç maddesinin yakın zaman içinde tartışmaya açılacağının da sinyallerini veriyor maalesef.

Dini referans alan devlet yönetimine geçme çabasının gayretleri her geçen gün yeni unsurlarıyla ortaya çıkıyor.

Kimi zaman iktidardan bir siyasetçi, kimi zaman bürokrasiden bir kamu görevlisinin açıklamaları ya da hareketleri, kimi zaman da iktidara açık destek veren tarikat ve cemaatlerin kamuoyuna yansıyan rahatsız edici söylem ve faaliyetleri, Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği konusunda endişelere neden oluyor.

Buna karşın, hâlâ Türkiye Cumhuriyeti’nin devamı için çabalayan, direnen kitleler var.

Sevindirici olan budur.

Bakanlık bürokratının tuhaf mesajı

Bilindiği üzere İçişleri Bakanlığı, Koronavirüs pandemisini gerekçe göstererek bu toprakları Cumhuriyet ve devlet yapılmasını sağlayan değerlerin kutlandığı milli bayramların halk tarafından "coşkuyla" kutlanmasına yasak getirdi.

Buna karşın siyasi iktidarın organize ettiği pek çok etkinlikte pandemiyle mücadele kurallarına uyulmadığı aşikâr.

Bizzat Bakan Süleyman Soylu’nun imzaladığı ve valiliklere gönderilen genelgelerle milli bayramların kutlanmasına getirilen yasaklara bakanlıkça "kısıtlama" adı veriliyor.

Pandeminin hemen başındaki 23 Nisan, ardından 19 Mayıs ve 30 Ağustos kutlamalarına getirilen kutlama yasağı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu müjdeleyen 29 Ekim için de konuldu.

Ankara başta ülke genelinde "adet yerini bulsun" türünden kutlamalar yapıldı.

Oysa yakın geçmişte milli bayramlar nasıl kutlanırdı, hatırlayalım.

Son yıllardaki kutlamalarda, eskide yaşanan coşkudan eser yok maalesef.

Bu arada "yasak" haberlerinin gündeme düşmesiyle beraber aynı zamanda Bakan Yardımcısı olan İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Vali İsmail Çataklı sosyal paylaşım hesabından bir açıklama yaptı.

Çataklı bu paylaşımında kutlamaların yasaklanmadığını coşkuyla kutlanacağını yazdı.

Ancak Çataklı’nın açıklamasının sonundaki bir cümle fazlasıyla dikkat çekiciydi:

"Cumhuriyet sevgisini Atatürk düşmanlarından öğrenecek değiliz."

Bu cümlenin üzerine apayrı bir yazı yazılabilir ancak, Çataklı’nın "Cumhuriyet sevgisini öğretmek isteyen Atatürk düşmanları" tanımı ile kimleri kastettiği pek açık olmamış.

Aslında bir niyet var ama tam açık değil. "Laik kesimi düşmanlaştırayım" derken, AKP’nin tepkisini çekebilir.

Fakat atamayla devlette görev almış bir kamu görevlisinin "düşman" tanımlamasını yaparken daha dikkatli olması gerekir!

* * *

Yazıya Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün önemli bir sözüyle noktayı koyayım:

"Benim naciz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."

Yazarın Diğer Yazıları

Emniyet'te "sular ısınıyor", ekipler arasındaki savaş kızışıyor...

Şu anda birbiriyle mücadele eden en az üç ekip var. Devre kardeşliği ile tarikat ve cemaat birliktelikleri ekiplerin çimentosu. Mücadelenin asıl hedefi, mevcut İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş'ın yakın zamanda emekli olmasıyla boşalacak İstanbul Emniyet Müdürlüğü

Burdur'daki taciz skandalında ikinci perde: Tacizi tespit eden müdür vekili görevden alındı!

Yönetimindeki kurumda olanı biteni tespit ederek raporlayan ve devletin önlem almasının önünü açan Kılınç, sonuçta sisteme yenik düştü!

Burdur'da taciz skandalı: Skandalın adresi Burdur Aile ve Sosyal Hizmetler Müdürlüğü!

İşin içinde taciz var, mahkemeden alınan uzaklaştırma kararı var, il müdürlüğünde görevli kamu personeli var, şüpheli, tanık ve mağdura ait adliye yansıyan ifadeler var, adı tacize karışan personelin görevden uzaklaştırılması amacıyla bakanlığa ve valiliğe yazılan yazılar var. Yetmedi, benzerlerinde olduğu üzere dini cemaat iddiası var. Yetmedi, siyaset var