10 Haziran 2019

“Yeni Türkiye”de dinî hiyerarşi ve dinbaz sıkışıklık

İstanbul için seçim çanlarının özellikle de AKP açısından çangır çangır çaldığının aşikâr olduğu şu günlerde bu şehrin en etkin ve yaygın kitlesel ağına sahip tarikat çevresinin gönlünü soğutmamanın, aksine kazanmanın önemini kim reddedebilir?

Bayram tatili vesilesiyle biraz nefes almak için yazı rutinimi bozduğum dönemde üzerine bir değerlendirme yapma fırsatı kaçırdığım iki vaka gerçekleşti. Aralarındaki benzer motifler dolayısıyla karşılaştırmalı ele alınması mümkün vakalardı bunlar. Elbette söz konusu benzerlikler temelinde, karşılaştırmada farkları tespit, teşhis ve tahlil etmeyi gerektiren bir durum da söz konusuydu burada.

Her iki vakanın benzerliği, bunların birer “siyasi dinbazlık temaşası” olmaları noktasında belirginleşmekte.

Zaman sırasıyla gidecek olursak ilki, AKP’li İstanbul belediye başkan adayı Binali Yıldırım’ın İstanbul’daki en etkin ve yaygın Nakşibendi çevresi olan İsmailağa Cemaati’ne teravih namazını vesile kılarak 29 Mayıs gecesi Fatih-Çarşamba’daki İsmailağa Camii’nde yaptığı ziyaret.

“İsmailağa Câmiası” (evet, artık Cemaat değil “Câmia”!) resmi internet sitesinde yer alan habere göre Binali Yıldırım, eski AKP’li bakan Mehdi Eker’le birlikte yatsı ve teravih namazlarını eda etmek üzere İsmailağa Camii’ne gelmiş ve namaz sonrasında cemaatle “musâfahalaşıp” (İslami adapla tokalaşıp/selâmlaşıp) cemaatin ileri gelen hoca efendileri ve vakıf heyeti ile de “hasbihâl” etmiş (konuşup dertleşmiş).

“29 Mayıs”, bilindiği üzere İstanbul’un Fethi’nin yıl dönümünün kutlandığı çok anlamlı bir gün. Böyle bir günü Binali Bey, İsmailağa Nakşîleri ile birlikte geçirmiş.

Tam bu noktada diğer vakaya geçelim: Birkaç gün sonra, 1 Haziran gecesi Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yine İstanbul’un Fethi’nin yıldönümü dolayısıyla düzenlenen ve “Enderun Teravihi” denilen programda da hâzırûnun başında Cumhurbaşkanı Erdoğan karşımızdaydı.

Cumhurbaşkanı’na eşlik eden kayda değer sayıda resmî ve dinî erkân vardı. Teravih öncesi İBB Mehter Takımı dinleti gerçekleştirdi. Programda Salât u Selâm’lar eşliğinde Kur’an okundu. Yatsı namazını Diyanet Reisi Ali Erbaş kıldırdı.

Ardından da AKP Reisi Erdoğan’dan bir Kur’an tilaveti geldi.

Her iki etkinlikte de dinin siyasete, siyasetin de dine alet edilmesine yönelik bariz örneklerle karşı karşıya kalan toplum, özellikle toplumun seküler segmenti, anlaşılır tepki, eleştiri ve endişeler dile getirdi.

Ben bunların ötesinde, her iki vaka arasındaki farklara özelleşerek dinbaz siyasetin iç dinamizmi doğrultusunda kendini gösterdiğini düşündüğüm farklılaşma, asimetri ve hiyerarşi tezahürlerine temas etmek istiyorum.

Söyleyeceklerim spekülatiftir, ama bu spekülatif yorumları elbette olgusal verilerle temellendirmeye çalışacağım.

“Cemaat”tiler, AKP ile “Camia/Cemiyet” oldular

Söze önceki haftalarda kaleme aldığım “Bir ‘dinî-ortodoksi’ deklarasyonu: Diyanet raporu” başlıklı yazımdan gireyim. Üzerine “Gizli” notu düşülmüş halde ortalıkta dolaşan ve Diyanet’in “çekirdeği” Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından kaleme alındığı kaydedilen “Dinî-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Yönelişler” başlıklı bu rapor, esas itibarıyla ülkedeki İslami söylem ve pratik çoğulluğunu kendince hizaya sokma hedefli bir resmi deklarasyon mahiyetinde idi. “FETÖ fobisi” ile kaleme alındığı her halinden belli olan raporda ne denmekteydi, tekrar hatırlayalım:

“Türkiye'nin 15 Temmuz 2016’da dini istismar eden Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) eliyle maruz kaldığı ihanet ve darbe girişimi, ülkemizde dernek, cemaat, tarikat veya vakıf adıyla faaliyet yürüten dinî yapıların derinlemesine incelenmesini zaruri hale getirmiştir.”

Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Türkiye’de dinbaz iktidarın gelecek vizyonunda tarikat-cemaat oluşumlarının yeri, 2000’lerin başından itibaren aynı iktidarın erken evrelerinde söz konusu olandan çok farklı bir noktaya gelmiştir.

İsmailağa da içinde olmak üzere pek çok tarikat-cemaat çevresi AKP’nin iktidar döneminde, onun uzun müddet “kanka”sı sonrasında ise “kanlı”sı olmuş bir cemaatin baş köşeye oturtulduğu süreçte, o cemaati kıskana kıskana da olsa her halükârda manen ve maddeten fazlasıyla tatmin ve de “mutmain” oldular.

Daha önce yazdım, şimdi tekrar uzun uzadıya açıklamayıp kısa keseyim: Hepsi “holding” oldular (bkz. Parti, Cemaat, Tarikat kitabımda “Holdingleşen Tekkeler” bölümü, Can Yayınları, 2017).

Cemaattiler, “camia”, hatta yine daha önce yazdığım gibi “cemiyet” oldular (Yine T24’te yıllar önce kaleme aldığım “İsmailağa Cemiyeti” yazısına bkz.)

Bu şekilde tarikat-cemaatlerin önünü açan iktidar, onlara pek çok imkân sunarken elbette kendisi de kat be kat fazla imkânlarla “imkânlandı”!..

Ancak ona önce “nimet” olmuş o koalisyon ortağı mahiyetindeki cemaat oluşumunu “lânet” addetmeye başladığı noktadan itibaren işin rengi değişmeye başladı.

Cemaatler kuşku kaynağı sayılır oldular.

Üstelik artık, “dinî tedris”in içinden çıkmış, İstanbul’un en köklü imam-hatip lisesi mezunlarından bir siyasi lider vardı ortada ve (selefi Erbakan’a hiç benzemeyen şekilde) herhangi bir cemaatin “kanaat önderliği”ne hiç mi hiç ihtiyaç duymayacak ölçüde dine ameliyle, ilmiyle, kıraatiyle hâkim bir liderdi bu.

Buna söz konusu liderin, toplumun dindar-muhafazakâr segmenti nezdinde belirginleşen “karizmatik otorite”sinin itici gücü de eklenince giderek (yine daha önce yazdığımız üzere) şöyle bir “formül” çıktı ortaya:

Hem tarikat hem cemaat, tek tarikat tek cemaat, Erdoğan!..

“Meşihat Makamı” ve “Tekke”si

Gerçekten, Erdoğan Türkiye’sinde tarikata da cemaate de yer kalmadı dendiğini bizzat dindar-muhafazakâr kesimin, hatta söz konusu ettiğimiz tarikat çevrelerinin içinden duydum ben… “Artık o, kendisi ‘cemaat’ haline geldi” diyen de oldu; “Bir tek ‘şeyh’ dedirtmediği kaldı kendisine” diyen de…

“O, artık meşihat makamı” diyen de… (“Meşihat”, şeyhlik, şeyhülislamlık anlamına geliyor.)

Madalyonun bir yüzü bu ve bu yüzde karşımızda “Meşihat Makamı” olarak tecelli ettiği de düşünülüp söylene gelen bir “Saraylı Cumhurbaşkanı” var.

O “Meşihat Makamı”nın, “tekkesi, zaviyesi, dergâhı” olarak da Diyanet…

Getto’dan TOKİ’ye “yürüyen” İsmailağa

Ama bir de özellikle an itibarıyla iktidarın “İstanbul kaygısı” ile de bağlantılı şekilde önem arz eden öbür yüzü var madalyonun…

Orada da karşımızda, daha öncesinde İstanbul’un Fatih-Çarşamba’sında küçük ve kendi halinde bir oluşum iken son 15-20 yılda, yani AKP’nin devri saltanatında Kayabaşı’dan (İstanbul’un Başakşehir tarafında en uç noktası) Gebze’ye, Şile’den Yalova’ya kadar büyümüş bir yapı var.

İçe-dönük, dışa-kapalı bir “getto” olmaktan çıkıp “TOKİ”lere yürümüş, fikrini de zikrini de “vird”ini de oralara taşımış, “ekonomik” dinamizm kazanmış bir şebeke (“network”) var.

Artık “cemaat” denmenin çok ötesine geçmiş; İstanbul’da dindar-muhafazakâr kitleye “oynayan” hiçbir iktidarın, hele ki kritik, “bıçak-sırtı” seçimlerde göz ardı edemeyeceği bir “camia” var.

Şimdi böyle bir oluşum için yukarıda Diyanet marifetiyle zuhur ettiği söylenen gizli ve “resmîyet”le de titreşimli raporda yer alan şu satırlara bakalım:

“İsmailağa Cemaati klasik tasavvufî uygulamaların yanında hafızlık ve medrese eğitimiyle öne çıkmaktadır. Asıl merkezleri İstanbul olmakla birlikte Türkiye genelinde bu alanlarda ciddi bir hakimiyetleri söz konusudur. Bununla birlikte giyim-kuşam başta olmak üzere kendi bazı özel tercihlerini İslam’ın vazgeçilmez uygulamaları gibi sunmaktadırlar. Böyle bir yaklaşım Hz. Peygamber’in sünnetini şekilciliğe indirgemek gibi bir imaj ortaya koymaktadır. Bu tür indirgemeci tercihler Müslümanları ayrıştırma riski taşımakta; birlik beraberlik ve kardeşliğimizi de olumsuz etkileyebilmektedir. Mahmut Ustaosmanoğlu’nun [oluşumun öncü/kurucu şeyhi] yaşlı ve hasta olması nedeniyle yapı içerisinde bazı isimler etrafında birbiriyle çatışan/çekişen müstakil gruplaşmaların olduğu görülmektedir.”

“Reis”in erişilemezliği

Şimdi, kim bu yukarıda yazılı olanların İsmailağa’yı hoşnut ettiğini söyleyebilir?

Ve kim, diğer pek çok “merkezkaç” (Diyanet-dışı) İslami çevre gibi İsmailağa’nın da böyle bir raporun “Demokles’in Kılıcı” gibi tepesinde olmasından rahatsızlık duymadığını iddia edebilir?

Ve bunlarla bağlantılı olarak, İstanbul için seçim çanlarının özellikle de AKP açısından çangır çangır çaldığının aşikâr olduğu şu günlerde bu şehrin en etkin ve yaygın kitlesel ağına sahip tarikat çevresinin gönlünü soğutmamanın, aksine kazanmanın önemini kim reddedebilir?..

İşte bu “retorik” (cevabı içinde) sorular eşliğinde şimdi tekrar düşünün Binali Bey’in İsmailağa ziyaretinin sebebi hikmetini!..

Ama aynı şekilde AKP’li Cumhurbaşkanı’nın Diyanet’e ihale edilmiş Yenikapı’daki “Enderun Teravihi”ndeki teşrifleri ile belirginleşmiş aradaki “asimetri”yi de gözardı etmeden okuyun!..

Artık bu memlekette tarikat-cemaatlerin yeri, Parti’nin, daha doğrusu bir “Parti-Adam” sembolizminin karşılığı olarak göz dolduran “Reis”in yanı değil.

Bir zamanlar mutlu-mesut yaşanıp sonra kanlı-bıçaklı olunmuş o malum “Cemaat”le olmuş olana benzer bir “simetrik” (eşdeğer) ilişki hiçbir zaman hiçbir cemaatle olmayacaktır artık.

Elbette bu, bir taraftan da Binali Bey’in yerini, konumunu, mevkisini gayet güzel netleştiren bir tablo.

Tarikat-cemaat oluşumlarının muhatabı Yıldırım’dır.

“Reis”, onlar için erişilmezdir.

Bir dinî oluşum olarak Diyanet ise “Reis”indir.

Daha doğrusu Diyanet, “Reis”le muteberdir.

Dinin uhdesi de Diyanet vasıtasıyla ondadır.

Saraylar, saltanatlar, tekkeler, tarikatlar

Hep yazıyoruz, yukarıdaki mahiyette bir keyfiyetin erken İslam tarihindeki karşılığı bir dereceye kadar “Hazreti Muaviye”dir.

Emevi devletinin kurucusu Muaviye’yi, kendisini önceleyen “Hulefâ-i Râşidîn”den (ilk dört halife, Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali) ayıran en karakteristik nokta, onun bir halife olarak “Emir ül-Müminin” lakâbından öte “Halifetullah” sıfatını kendine yakıştırabilmiş olmasıdır.

Oysa ilk halife Ebubekir, kendisi için “Halifetullah” diyenler olduğunda bunu yasaklamış ve kendisinin “Halife-i Resûlûllah” (Peygamber'in halifesi) olduğunu söylemiş, onu takip eden Ömer de “Emir ül-Müminin”i kullanıma sokmuştur.

Ancak Muaviye demiştir ki “Yer Allah’ındır; ben de Allah’ın halifesiyim. Ben Allah’ın malından ne alırsam artık o mal benimdir. O maldan ne terk edersem o da bana caizdir” (Mes’udi’nin Murucu’z Zeheb adlı eserinden akt., İhsan Süreyya Sırma, Hilafetten Saltanata Emeviler Dönemi, Beyan Yayınları, 1995).

İsmailağa Cemaati’nin de “prehistorya”sını (tarih-öncesini) oluşturacak mahiyette, İslamiyet’te tasavvufun doğuşu, Emeviler’in bir yandan “Dünya”yı alabildiğine talep ederken diğer taraftan “Kutsal”ı kendilerine mal etme noktasında da azimli olmaları ve bunları tamamlayıcı mahiyette “Saray”larıyla bütünleşmiş bir “resmî ulema” tesis etmelerine yönelik tepkilerin sonucudur.

Tasavvufu, tekkeyi, tarikatı İslamiyet’in ufkunda “patlatan” da parlatan da budur.

Tabii sonrasında tekkenin-tarikatın saraylarla ve saltanat sahipleriyle ilişkisi de gerilimli gelgitler arz etmiştir. “Kisrâ”laşan yöneticilere direniş sergileyenleri de olmuştur, o yöneticilerin himayesi altında tamahkâr olup beslenenleri de…

Ya da bir bakmışsınız aynı saltanat sahiplerine bir dönem tamah eden; ama bir de bakmışsınız başka bir dönem aynı saltanat sahiplerinden kahırlanan…

Aynı ehl-i tarikat/ehl-i cemaat çevreler de olmuştur.

Dünden bugüne olmuştur, hiç kuşkusuz yarın da olacaktır.

İsmailağa Camii’ndeki teravihten Yenikapı Meydanı’ndaki “Enderun Teravihi”ne açılan tabloyu toptancı/yekpare bir yaklaşımla ve bir yeniklik duygusuyla “Gitti laiklik elden” diye okumanın ötesine geçerek, böylesi tarihsel bir izlekte dinbazlığın çekişmeci ve çatışmacı iç-iktidar dinamizmi bağlamında tartışmaya açmanın da yararı vardır.

Yazarın Diğer Yazıları

Vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım!

Yöresel ve evrensel düzlemlerde eşzamanlı yaşananları 'insan' gerçeğinde birbirine organikçe bağlamak… Daha iyi bir hayatı var etme umut ve inancıyla gelenekten geleceğe taşınmak… Bunlar, Hasan Hüseyin şiirini bu coğrafyanın en özgün ve özgül yapıtlarından biri kılar

Goebbels korosu söylüyor: "Her şey mükemmel efendim!"

Bir okurum, siyaseten Refah Partisi - AK Parti çizgisinde yol almış olmakla birlikte bugün gelinen noktada Ak Parti'nin yapıp ettiklerine ve olup bitenlere bağlı olarak bu ideolojik 'gönül bağı'nın nasıl koptuğunu samimi bir eleştirellikle bizimle paylaşıyor

Goebbels'leşme karşısında muhalefeti sorgulamak!

Matbu medyanın hazan mevsiminin, televizüel medyanın da sonbaharının yaşandığı bir dönemde, insanları sıkan, bıktırıp usandıran karakterlere, ağızlara, kabadayılıklara kimse katlanmak zorunda değil. CHP hiç değil

"
"