Recep Tayyip Erdoğan 1997’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde Siirt’te okuduğu şiir nedeniyle suçlu bulundu ve 1999’da hapse girdi.
Neydi o şiir?.. “Asker Duası”. Yazarı kimdi? Ziya Gökalp.
Gerçi Erdoğan’ın ceza almasına aslî gerekçe gösterilen, “Minareler süngü kubbeler miğfer” diye başlayan bendin Gökalp’e ait olmadığı, onun şiirine sonradan monte edildiği ortaya çıktı ama bu, esası değiştirmiyor. Çünkü Erdoğan, ısrarla okuduklarının Gökalp’e ait, onun 1912’de yazılmış şiirinin parçası olduğunu ileri sürmeye devam etti.
Hatta 2011’de 61’inci hükümet programı Meclis’e sunulduğu zaman çıkan tartışmalarda Başbakan olarak yaptığı konuşmada hâlâ “Ben neden 10 ay yedim? Ziya Gökalp’in şu şiirinden dolayı” diyerek aynı dizeleri zikretmiştir o…
Dahası var: Gökalp’in “Asker Duası” şiiri bu memlekette “Recep Tayyip Erdoğan Marşı” olarak (elbette içerisine nakarat halinde “Minareler süngü kubbeler miğfer” kısmı yerleştirilmiş şekilde) bestelenip coşkunca dolaşıma da sokuldu! Girin internete bir tarama yapın, hemen karşınıza çıksın, izleyin!.
***
Demek ki şimdi AKP’li Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’nin kaderini belirleyen zatın Ziya Gökalp’e muhabbeti de, onun dizelerine “rabıta”sı da su götürmez bir gerçek.
Nasıl olmasın ki?! “Asker Duası”ndaki şu sözleri Erdoğan’ın büyük bir ruhsal heyecanla iliklerine kadar hissediyor oluşundan şüphe duyabilir miyiz?..
“Sancağım tevhid, bayrağım hilal,
Birisi yeşil, ötekisi al,
slam’a acı, düşmandan öc al
İslâm’ı âbâd eyle Yârabbi!
Düşmanı berbâd eyle Yârabbi!”
Peki, şimdi de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir bakıma edebi/bedii mihrap haline getirdiği Ziya Gökalp’in 1918’de yazdığı “Vatan” şiirindeki şu dizelere bakalım:
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdanın…
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”
***
Şimdi merak ediyorum, acaba “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” ifadesinde karşılık bulan sorgulamayı kime yöneltmeli?!
Sakın Gökalp’e yöneltmeyelim! Orada sorun yok. 1912-13 Balkan Savaşı döneminde Osmanlı ordusuna moral olarak kaleme aldığı şiirle, 1918’de artık Türkçülüğün tek siyasi-ideolojik seçenek olarak resmî kabul gördüğü dönemde kaleme alınmış şiir arasında tutarsızlık yok, süreklilik var.
Gökalp, İslam’ı hiçe saymayan bir Müslüman Türk milliyetçisiydi. Ama İslam’ı Türklük ile bire-bir bileşime uğratmaktan da yana bir Müslüman Türk milliyetçisi…
O yüzden “Asker Duası”, içeriğindeki muazzam dinsel coşkuya ek olarak mis gibi Türkçedir. “Vatan” adlı 1918’de kaleme aldığı şiir ise o mis gibi Türkçenin bal gibi de ibadetin, ezanın, namazın, Kur’anın dili olabileceğini savunur.
***
“Perhiz” ve “lahana turşusu” sorgulamasını Mustafa Kemal’e atfen işlerliğe sokmak da pek mümkün değil.
Atatürk, “Gökalp’in çocuğu”dur. Onun tâ 1918’e kadar geriye giden Türkçe ezan, dahası Türkçe namaz, Türkçe Kur’an “ideal”ini realize etmiştir.
Üstelik bunu öyle üstünkörü, harcıâlem ve oldubittiye getirecek şekilde değil, son derece ciddi, kılı kırk yaran bir dikkat, titizlik ve özen içinde yapmıştır. Hafız Burhan başta olmak üzere bir hafızlar heyeti çeşitli makamları (segâh, suzinak, ferahnak, saba) deneyerek, Arapçadan Türkçeye geçişte uygun okuma usullerini tartışarak Türkçe Yasin, mukabele, ezan okumanın en nitelikli şekillerini belirleme yolunda uzun soluklu bir çalışma yürütmüşlerdir.
Bu yolda Atatürk, evet, Ziya Gökalp’in izindedir.
İslami duyarlılığı harekete geçiren dizeleri bizzat Erdoğan tarafından kitlelere ha bire zikredile gelen; ayrıca o gümbür gümbür çalınıp söylenen “Recep Tayyip Erdoğan Marşı”nın da sözlerinin sahibi Gökalp’in!..
O halde “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” deyişini hangi istikamete yönelik işlerliğe sokacağımız ortada.
Hem Gökalp’ten “Asker Duası”nı alıp baş tacı edeceksiniz… Hem de onun “Vatan” şiirinde yer alan duyarlılığı baş tacı etmiş bir siyasi iradenin geçmiş tasarruflarını bugünden ve hiçbir anlama çabası göstermeden lânetleyeceksiniz.
Var mı böyle “rahatlık”?!
***
Aslında şu ara gündem olmuş bu Türkçe ezan tartışmasında kimse tasvip edilir tavır içinde değil. Ne CHP-içi tartışmadaki “ihraç” girişimi yerinde; ne de bu ihraç girişiminin hedefi olan ve sözleriyle tüm tartışmaları tetikleyen milletvekili Öztürk Yılmaz’ın partisine karşı tepkisi hoş… Öyle hançereyi yırtarcasına bağıra çağıra olmaz bu işler!..
Öte yanda da iktidarın, fırsat bu fırsat, olayı kendi çıkarları doğrultusunda “kanırtma” çabası var. Mesela Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın çıktı ve bunun olsa olsa hâlâ tek parti döneminin özlemi/nostaljisi içinde olunduğunu ifade ettiğini söyledi. “İnsanlarımız ezanı anlasın” niyetinin de olsa olsa halkın zekâsıyla dalga geçmek, ona hakaret etmek anlamına geleceğini ekledi.
Peki, Kalın, Gökalp’in “Vatan” şiirindeki anlam ve duyarlılığı, onun “Köylü anlar manasını namazdaki duanın” dizesindeki “iyi niyet”i bilmez mi?..
Benim tanıdığım Kalın, bilir; tarihçi kökeni itibarıyla hem de çok iyi bilir.
Ama uzlaştırıcı, sakinleştirici, gerginliği azaltıcı bir söylem yerine, işte böyle kutuplaşmışlığımızı berkitici sözler sarf etmeyi belli ki siyaseten daha randımanlı buluyor.
Tabii Cumhurbaşkanı Erdoğan da (üstelik 10 Kasım münasebetiyle Beştepe’de düzenlenen Atatürk’ü Anma Töreni’nde!) topa öyle bir hışımla girdi ki karşısında durabilene aşk olsun: “Tek parti dönemi ile sembolleşmiş zulümlerden olan Türkçe ezan… Milletin değerlerine yönelik bitmek bilmeyen husumetin işareti olan Türkçe ezan… Bizi değerlerimizden uzaklaştırmanın adımlarından olan Türkçe ezan…”
***
Atatürk Türkçe ezan kararını alırken ne bu milleti değerlerinden uzaklaştırmak niyetindeydi, ne millete husumeti vardı, ne de ona zulmetmek peşindeydi.
Tersine, bunu yaparken kendi bildiğince ve içerisinde yer aldığı “dünya-tarihsel” bağlamın belirleyici etkisi doğrultusunda o da milletinin değerlerini, benliğini yüceltmekten yanaydı. Bakın, Şubat 1933’te Bursa’da Türkçe ezan karşıtı bir hadise sonrası Bursa’ya gelip incelemelerde bulunduktan sonra basına yaptığı açıklamada neye vurgu yapıyor:
“Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kati olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin milli dili ve milli benliği bütün hayatına hâkim ve esas kalacaktır.”
Atatürk kurduğu ulus-devletle “mütenasip” (uyarlı) bir “Türkiye Müslümanlığı” var etme niyetinde idi.
Ondan namazlı-niyazlı, amelli bir Müslüman çıkarmak gibi bir çabamız yok.
Ama bir devlet adamı, siyasal bir irade olarak Atatürk’ten din düşmanı, İslam’a “müteneffir” imiş gibi bir görüntü çıkarmak da gerçekçi değildir.
Dine ilişkin kişisel yaklaşımı, kanaati, düşüncesi ne olursa olsun, devletin başındaki şahsiyet olarak onun yapmaya çalıştığı, ülke sınırları içinde yaygın ve yürürlükte olan dini “bitirmek” değil, “millileştirmek”tir.
Batı’da Hristiyanlık Protestan Reformizmi’nden itibaren “modern ulus-devlet” prensipleriyle uyarlı şekilde farklı ülkelerde nasıl ulusallaşma sürecine girdiyse, Atatürk de benzeri bir girişime Müslümanlık açısından Türkiye’de yönelmiştir.
O, İslam’ı silmek değil, Türk(çe)leştirmek derdindeydi. En çok Gökalp’ten ilhamla!..
Aynı Gökalp’ten ilhamla (ve bol bol iktibasla) meydanlarda dindarlık, Müslümanlık satanların biraz vicdan muhasebesine yönelip bu nokta üzerinde düşünmelerinde fayda vardır.