09 Şubat 2010

TARİHİN SARAYLISI

Bir iki üçler yaşasın Türkler, dört beş altı Polonya battı, yedi sekiz dokuz Alman domuz...

İlber Ortaylı’nın, “Türkler”in en önemli vasfının “asker millet” olduğunu söylemesi, bana önce askerde talimlerin o malum sloganını çağrıştırdı: “Her Türk asker doğar, her Türk asker doğar!”
Sonra da çocukluğumun meşhur, 2. Dünya Savaşı’ndan yadigâr tekerlemesini hatırladım: “Bir iki üçler yaşasın Türkler, dört beş altı Polonya battı, yedi sekiz dokuz Alman domuz, on onbir oniki İtalya tilki, onüç ondört onbeş Ruslar kalleş”…
MHP bünyesinde düzenlenen “Türk Devleti’nin Tarihi Temelleri” başlıklı söyleşiye katılan Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı, bu memlekette kahvehane sohbetlerinden ev oturmalarına kadar yaygın, ama o ölçüde de yanlış bir anlayışı yeniden üretmekten öte bir şey yapmamış aslında. “Ulusal kişilik” kavramıyla sosyal bilimlerde de karşılığını bulan sorunlu bir anlayış bu. Her ulusun kendine özgü bir takım karakteristikleri vardır bu genellemeci anlayışa göre. Bilirsiniz, hani İngilizler soğuk, Almanlar çalışkan, Fransızlar kendini beğenmiş, İtalyanlar sıcakkanlıdır ya!..
Söz konusu anlayış vaktiyle Amerikan kültürel antropolojisinde “kültür-kişilik okulu” diye bilinen kuramsal çevrede kendine dayanak bulmuştu. Amerikalı antropologlar, Japonların “obsesif-kompalsif”, Rusların “manik-depresif” olduğunu ileri sürecek kadar uç(uk) noktalara götürdüler işi. Tabii antropolojinin kredi kaybından öte bir sonuç doğurmadı bu.
Neredeyse her ulusa bir kişilik biçen bu sakat anlayış, her kim öne sürüyorsa ondan yana, onun lehine, onu parlatan bir içerikle biçimlenir. Yukarıdaki tekerlemede olduğu gibi, kimse “malım kötü” demez yani. Dolayısıyla bu anlayışın asli belirleyeni “etnosantrizm”dir (kavimmerkezcilik); buna “Bizcilik” de diyebiliriz.
“Bizcilik”, sağlıklı, olgun, çoğulcu toplum olmanın yolunda bir engel çoğu zaman. Çünkü “biz”in sınırını, çerçevesini ve içeriğini belirlemek zor. Bunu yaptığınızda yanı başınızda olduğu halde mutlaka dışarıda kalan, ötelenen ve ötekileştirilenler oluyor.
“Ulusal kişilik” söylemi, etnosantrizmle ilişkili biçimde “özgücü” ve “özcü” temellere de sahip. Özgücülük her kültürün kendine özgü bir tarihten çıkan eşsiz-benzersiz bir örüntüye sahip olduğu iddiası ve insana, topluma, kültüre dair “evrenselci” yaklaşımların karşıtı… Özcülük ise katışıksız, saf, özde değişmez bir toplum tasavvuru; kültürel etkileşim, değişim ve melezleşme, bu tasavvurdan hareketle çözülme, bozulma anlamlarına gelir.
Evrensel bir insanlık halini reddeden, kavmiyetçiliği şaha kaldıran etnosantrik, özgücü ve özcü çizgi, ideolojik karşılığını en uç noktada ırkçılıkta bulur ki Ortaylı örneğinde de bunun örtük ve elitizmle sarmaşmış biçimde böyle olduğu görülmekte. Şu laflar da aynı konuşmadan çünkü: “Doğu ve Güneydoğu’da üniversite giriş sınavlarında kopya çekiliyor; böylelikle iyi okullara [Galatasaray Üniversitesi zikredilmekte] ehil olmayan öğrenciler geliyor”.
Yine de hakkını teslim etmeli, Ortaylı “öz”ümüzde neyin olduğu kadar neyin olmadığını da belirtiyor: “Bizde resim, heykel sanatı yok, musikiyle uğraşılmaz, filozof yoktur, fakat ölmeyen sanatımız, vasfımız askerliktir”. Fakat şimdilerde bu sanat giderek antimilitarist ve asker düşmanı hale gelmeye başladığımız için yok olma tehlikesiyle karşı karşıya imiş ve bunun da arkasında Avrupa’nın kışkırtması varmış! Çünkü, Ortaylı’ya göre, hiçbir kavim kendi kaybettiği vasfın başka bir kavimde devam etmesini istemiyor!..
Peki, “asker-millet” Türklerin savaş sanatına katkıları ne olmuştur diye sorsak mı Ortaylı’ya? Sakın yeltenmeyin! Çünkü alacağınız cevap bir hayal kırıklığı olabilir. Henüz medyatik olmadığı akademik zamanlarında kaleme aldığı en dişe dokunur eserinde Ortaylı bize Osmanlı ordusunun eğitimsizlik, silah yetersizliği, meslekten subay olmayışı, küçük komuta kademelerinin bilgisizliği nedeniyle içine düştüğü perişanlıktan bahseder; bu perişanlıktan çıkma yolunda da Alman askeri işbirliğinden medet umulduğunu belirtir. Sözleri, “asker millet” nitelemesini hak edenin “biz” Türklerden ziyade, yukarıda zikredilen tekerlemedeki deyişle “Alman domuzu” olduğunu düşündürür:
“Türkiye’de Alman askeri uzman ve komutanları asıl 1880’lerden itibaren arz-ı endam edecektir ve 1918’e kadar da artan Alman nüfuzuna paralel olarak sayıları artacaktır. Bu dönemde Almanya’da askerlik, Moltke ve Goltz gibi askerlerin propagandasını yaptığı, tüm milleti silâhaltında tutmayı amaçlayan militarist bir dünya görüşüne dayanmaktadır. … Bu tarihten [Berlin Kongresinden] sonra Osmanlı ordusu Alman Genelkurmayının stratejisine, onun tayin ettiği subaylara ve Alman endüstrisinin silahlarına bağlanıp, gittikçe Alman askeri sistemiyle bütünleşen bir ordu olmaya başladı” (İ. Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Kaynak Yayınları, 1983, ss.72-73).
Gazeteci cımbızlamasına uğramadıysa eğer, Ortaylı’nın MHP konuşmasında çelişkili sözler de göze çarpıyor. Bir yandan Batı toplumlarında heyecan yaratan buluşların Türk toplumunda sıradan kabul edildiğini, bunun da “Türklerdeki tarih şuuru noksanlığından” kaynaklandığını öne sürüyor. Hemen ardından da “bizim en önemli vasfımız [asker millet olmanın yanı sıra] tarih yapmamız, teşkilatçı bir yapıya sahip olmamız” diyor.
Tarih şuurundan mahrum bir milletin en önemli vasfının tarih yapmak olduğu söyleniyor yani! “Vay o tarihin haline” demekten başka ne gelir elden?!
Medyada “tarihçi” olarak lânse edilen Ortaylı’nın bu bakımdan “kâğıttan kaplan” olduğunu Hakan Erdem’in çalışmasından öğrendik (Y. H. Erdem, Tarih-lenk, Doğan Kitap, 2009). Şimdi onun artık akademik titizliği iyiden iyiye terk edip orta düzey bürokrat diliyle konuşma noktasına gelmiş olduğunu da anlıyoruz.
Türklerin en önemli vasfı “asker millet” olmak mıdır değil midir tartışıladursun, kesin bir şey varsa o da Ortaylı’nın en önemli vasfının artık “tarihçilik” olmadığı…
“Müze başkanlığı” olduğu…

Yazarın Diğer Yazıları

Vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım!

Yöresel ve evrensel düzlemlerde eşzamanlı yaşananları 'insan' gerçeğinde birbirine organikçe bağlamak… Daha iyi bir hayatı var etme umut ve inancıyla gelenekten geleceğe taşınmak… Bunlar, Hasan Hüseyin şiirini bu coğrafyanın en özgün ve özgül yapıtlarından biri kılar

Goebbels korosu söylüyor: "Her şey mükemmel efendim!"

Bir okurum, siyaseten Refah Partisi - AK Parti çizgisinde yol almış olmakla birlikte bugün gelinen noktada Ak Parti'nin yapıp ettiklerine ve olup bitenlere bağlı olarak bu ideolojik 'gönül bağı'nın nasıl koptuğunu samimi bir eleştirellikle bizimle paylaşıyor

Goebbels'leşme karşısında muhalefeti sorgulamak!

Matbu medyanın hazan mevsiminin, televizüel medyanın da sonbaharının yaşandığı bir dönemde, insanları sıkan, bıktırıp usandıran karakterlere, ağızlara, kabadayılıklara kimse katlanmak zorunda değil. CHP hiç değil

"
"