2007 Nisan’ı başında BirGün gazetesinde kaleme aldığım bir yazıda Türkiye’de mevcut (laiklik-dincilik, demokratlık-cumhuriyetçilik, ulusalcılık-liberallik, Kürtlük-Türklük, Alevilik-Sünnilik, Başörtülülük-Başı-açıklık gibi) çekişme ve çatışmaların üstünde esas kavganın “Bürokrasi” ile “Burjuvazi” arasında olduğunu ileri sürmüştüm.
'Bürokrasi ve burjuvazi' adlı yazı için tıklayın...
Bugün farklı düşünüyorum. Bu mücadele, aynı 2007 yılı içerisinde “Bürokrasi”nin mağlubiyetiyle ve “Burjuvazi”nin artık tersine çevrilemez zaferiyle sonuçlandı.
27 Nisan e-Muhtırası ile “askeri bürokrasi” (ki Cumhuriyet’in kuruluşundan o tarihe kadar “egemen sınıf” olarak da kodlanabilir) daha önceki on yıllarda âdet haline getirdiği “Restorasyon” denemesinde bu defa başarıya ulaşamadı.
Süreci özetle hatırlayalım: Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkış; “Ordu”yu “görev”e çağıran “Cumhuriyet” mitingleri; muhtıra girişiminin fiyaskoyla sonuçlanması; CHP “bandıralı” Anayasa Mahkemesi kararıyla Cumhurbaşkanı seçim sürecine çırpınırcasına müdahale; sonra 22 Temmuz 2007 seçimleriyle yaşanan şok; nihayet Gül’ün Cumhurbaşkanlığı makamına önlenemeyen yükselişi…
Yine hatırlayalım, bu süreçte TÜSİAD’dan MÜSİAD’a tekmil Türkiye burjuvazisi “bürokratik iktidar” karşısında saf tuttu.
Böylece Türkiye’de “Bürokratik Cumhuriyet” sona erdi, Türkiye burjuvazisinin iktidarı da (nihayet) tescil edildi.
Lâkin şu günlerde başka ve galiba dünyada pek benzerine rastlanmayan bir sorunla karşı karşıyayız.
Türkiye’de “sınıf” ile “kültür” arasında yaşanan bir kavga var şimdi…
Daha açık deyişle, Türkiye burjuvazisinin “kültürel iki başlılığı” söz konusu ve sınıfsal çıkar birliği, kültürel tercihlere dayalı farklılığı aşmaya yetmiyor.
Türkiye’de 1980’lerden itibaren kapitalizmin “merkezden çevreye” yayılmaya başlamasıyla birlikte yavaş yavaş ortaya çıkan, 1990’larda serpilen, 2000’lerde ise iyice gelişip gürbüzleşen bir “Anadolu Burjuvazisi” var.
Bu burjuvazinin “kültürel” mizacıyla uyarlı bir siyasi hareket iktidarda bugün…
Ama tabii Türkiye’de daha eski, Cumhuriyet’in kuruluş dönemine kadar geriye giden, tohumları o dönemde, üstelik de “Bürokrasi” eliyle atılan; 1950’lerde büyüyen, 1960’lı ve 70’li “sol” ve zor yıllardan güçlenerek çıkan; 1980’li yıllardan günümüze de iktisadi öncelik taşıyarak gelen bir “Metropol Burjuvazisi” var.
Bu “Burjuvazi”, kendisini var eden “Bürokrasi”ye, “Yeter! Buraya kadar” demekten çekinmedi 2007 yılı içinde vuku bulan gelişmelerde…
Fakat bu “Burjuvazi” o zamana kadar da çok çekti o “Bürokrasi”den… Haddini aştığında hep karşısında buldu onu; doğrudan ya da toplum içindeki temsilcileri dolayımıyla…
En tipik örneklerden biri, 1995’te şiddetin doruğa tırmandığı günlerde Kürt sorununa siyasi çözümden söz etme “gaflet”ini gösterdiğinde Sakıp Sabancı’ya Türkeş’le yapılan “Çizmeyi aşma Sakıp Ağa!” uyarısıdır.
Özal’ın şaibeli ölümünden Sabancı suikastına kadar açılan yelpazede bu “Burjuvazi” bir hayli dayak yedi “Bürokrasi”den…
Yine de bu “Burjuvazi” ile “Bürokrasi”nin “kültürel” bakımdan uyarlılık ve bağdaşma içinde olduğunu söylemek lâzım.
“Seküler-modernist” mahiyetli bir burjuvazidir bu…
“Kültür”ün sınıfsal bütünleşmeyi sekteye uğrattığı noktaya böylece yavaş yavaş geliyoruz.
Burada parantez açalım ve antropolojinin “kültür”ü genelde “insanın temel varoluş etkinliği”, daha sınırlı çerçevede de “bir topluluğun yaşam biçimi” olarak tanımladığını kaydedelim.
Bugün Türkiye toplumunda bir kültür (yaşam biçimi) çatışması ağır basıyor ve bu, sınıfsal/ekonomik çıkar önceliği konusunda hassasiyeti geri plana itiyor.
Söz gelimi işçiye-emekçiye yakın olması beklenen sosyal demokrat CHP’yi TÜSİAD’la aynı masada medyanın karşısına geçmiş görüyoruz.
TÜSİAD’ın yeni anayasa raporu karşısında AKP statükosundan yana ağırlık koyan MÜSİAD’ın da bir alternatif rapor hazırlığında olduğunu yetkilileri dillendiriyor.
Çok uzun yıllardır kapatıldığı bürokrasi “kafes”inden nihayet çıkıp uçabilen Türkiye burjuvazisinin bir kanadı laisist ve modernist CHP’ye, diğer kanadı ise İslâmist-muhafazakâr AKP’ye doğru çırpıyor kendini…
Dolayısıyla şimdilerde Türkiye’de yaşanan irili-ufaklı tüm sorunların altında da “sınıf” ve “kültür” uyuşmazlığına dayalı burjuvazi-içi çatışma yatıyor. Seküler (dünyevi) ve Batı-tarzı modern yaşam biçiminin temsilcisi olan burjuvazi ile “Taşra”da doğuş bulan, ama giderek “çevreden merkeze” ilerleyip “Metropol”de de nüfuz kazanmış dindar-muhafazakâr burjuvazi arasındaki çatışma…
Ergenekon davasının içinden çıkılmaz hale gelen seyri de, basılmadan toplatılan kitap skandalı da, CHP’den aday olarak Silivri mahpusluğunu aşmaya çalışanlar da… Bunların hepsi “sınıfa karşı kültür” şeklinde bize özgü bir yakın dönem olgusu temelinde anlamlandırılabilecek mevzular…
Kısacası, iktisadi “sınıf” kategorisi, kültürel kırılmaya uğradı. Ekonomik çıkarlar karşıtlık arz etse de yaşam biçimi tercihleri buluşuyor. Kültürel dayanışma sınıfsal çatışmaya ön geliyor.
Zengin ya da fakir fark etmeksizin dinî ilke ve pratikleri önceleyerek yaşamak isteyenler var.
Zengin ya da fakir fark etmeksizin “lâdinî”-dünyevi bir hayatı yaşama arzusunu sürdürenler de var.
Türkiye’nin gidişatını bir süre “sınıf” ile “kültür”ün mücadelesi belirleyecek gibi görünüyor.
Eğer “sınıf” kazanırsa çok kültürlü, demokratik ve çoğulcu bir toplumda, çatışan ekonomik çıkarlara dayalı sorunlarla uğraşarak, bunları çözme yolunda çaba harcayıp mücadeleyi sürdürerek yaşamaya devam edeceğiz.
Ama eğer “kültür” kazanırsa!.. Bölünmüş ya da anti-demokratik, çoğunlukçu-totaliter bir toplumda (sorunlar da yok sayılacağı için) “sorun-suz” yaşıyor olacağız.
Tabii buna yaşamak denirse…