Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurulur kurulmaz iktidar olup 10 yıldır da Türkiye’nin gidişatına hâkim olması, Demokrat Parti’nin 1950-60 arası rekorunu egale etmek olarak görülüp eşsiz sayılmayabilir belki. Ama o, en az dört yıl daha iktidarda ve üstelik DP’ninkine benzer bir ‘kara final’ ihtimalini ortadan kaldıracak başarıya da imza attı. AKP Türkiye’de politik olduğu kadar ekonomik bir güç de olan askeri bürokrasiyi önce etkisizleştiren sonra da ‘tedavülden kaldıran’ sürecin baş aktörü oldu. Bunu tek başına ve tamamen kendi iradesiyle gerçekleştirdi demiyorum. Dünya ekonomik sistemi ve bu sistemi destekleyen merkezî güç odaklarının isterleriyle doğru orantılı hareket ettiği için oldu bu… Öyle ya da böyle, Türkiye’de ulus-devleti var eden ‘bürokratik devrim’in tam mânâsıyla bir ‘burjuva devrimi’ne evrilmesinde kilit rol oynadı. Onu Türkiye tarihinde eşsizleştirecek pratik, bu…
AKP’nin on yıllık (sistem-içi dil kullanımıyla) başarılı performansı, pek çok nedene bağlanabilir. Ancak ben iki noktaya (‘indirgemeci’ sayılma pahasına) esaslıca vurgu yapmak istiyorum: AKP’yi (1) ‘pro-kapitalist’ ve (2) ‘post-Kemalist’ bir İslâmî hareket olması, başarıya götürdü.
AKP, selefi ‘Erbakan hareketi’nin yaptığı gibi dünya kapitalist sistemine gerçek ya da hayalî, doğru ya da yanlış meydan okuyan, dolayısıyla ‘anti-kapitalist’ bir söylemin ne üreticisi ne de destekçisi oldu. Başka yazılarımda da belirttiğim üzere (bkz. ‘Erbakan Çoktan Ölmüştü Zaten’) o, Türkiye’de gelenekçi-muhafazakâr kitlenin kapitalizmle barışık hale geldiği noktada siyaset sahnesine ‘Merhaba’ dedi. Söyleneni çarpıcı biçimde özetlemek üzere şu kıyasta da bulunulabilir: ‘28 Şubat’ı (1997) başarılı kılan, onun hedefindeki siyasî oluşumun (Erbakan ve partisi) dünya kapitalist sistemini ürküten niteliğiydi. ‘27 Nisan’ı (2007) başarısız kılan da onun hedefindeki siyasî oluşumun (Erdoğan ve partisi) dünya kapitalist sistemini ‘şenlendiren’ niteliğidir.
Aslında ‘Erbakan hareketi’ de ilke ve ideoloji olarak savunduklarıyla giderek uyarsızlaşan bir sosyo-ekonomik potansiyeli ömrünün sonuna doğru kendi içinde barındırmaya başlamıştı. Ne var ki bu potansiyelin fiiliyata dökülmesi, ancak ilkesel-ideolojik bir ‘mutasyon’la gerçekleşebilirdi. Erbakan’ın bu ‘kırılma’yı yapması, onlarca yıllık politik-ideolojik pratiğini reddetmesi, dolayısıyla kendini inkâr etmesi anlamına gelecekti. O yüzden ‘mutasyon’, ‘Erdoğan çevresi’nde gerçekleşti. Küresel kapitalizme kaşları çatık bakan çehrenin içinden, ona gülümseyen, göz kırpan, hatta göz süzen bir ‘varyasyon’ belirdi. Bu, AKP’ydi.
Tayyip Erdoğan şüphesiz ki ideolojik ve politik varoluşunda Erbakan’a maddi-manevi çok şey borçlu. Ama o, bir siyasetçi olarak yetişme sürecinde aslî belirleyen olmuş ‘Erbakan Hoca’sını ‘değilleyerek’ bugünkü konumuna ulaştı. Bu ‘değilleme’ bir başka ‘Hoca’yla irtibat ve ittifaka yönelebilmenin de yolunu açtı. Tahmin edilebileceği gibi bu, Fethullah Hoca’dır.
Erbakan’la Gülen’in yıldızı hiç barışmadı. Erbakan Hoca’nın hâkim sisteme muhalif politik çizgisine ve bunu fırsat bilip onun ‘terki’sinde yol alan radikal İslâmcılığa karşın Fethullah Hoca, hem dünya ekonomik sistemiyle hem de Türkiye’de cari resmi ideolojiyle (Kemalizmle) barışık, sistem-içi bir dindar muhafazakârlığı, daha ileri deyişle, ‘dindar muhafazakâr-modernizm’i telkin etmekteydi 1990’larda... ‘28 Şubatçılar’ın bir büyük hatası (bunu onların zaviyesinden seslendiriyorum; yoksa tabii ki ‘28 Şubat’ın kendisi en büyük hatadır!), Fethullah Hoca’yı ‘değerlendirmek’ yerine kovuşturmak, dolayısıyla kaçırmak ve kaybetmek oldu. Bu, aslında ‘Hocaefendi’nin ekmeğine de yağ sürdü. Onun öncülük ettiği hareketin ulusal sınırlardan taşıp küresel genişlik kazanması, bir bakıma ‘28 Şubat’ darbecilerine borçlu olunan bir gelişmedir.
Türkiye 28 Şubat’ı izleyen süreçte esasen ‘iktidarsız’ koalisyon hükümetleriyle askeri bürokrasi güdümünde otoriteryan bir rejime maruz kalırken ülkenin iktisadî dinamiğinde bir ‘yeni burjuvazi’nin yükselişi kristalleşmekteydi. 1920’lerde Cumhuriyet’i kuran bürokrasinin var ettiği laik-modernist burjuvazi karşısında Turgut Özal’ın 1980’lerden itibaren önünü açtığı bu dindar-muhafazakâr burjuvazi, ‘etik’ gıdasını Gülen’den alarak güçlenip ülkenin gidişatına damgasını vuracak kapasiteye 2000’ler dönümünde geldi. 2000’de yaşanan büyük ölçekli ekonomik kriz halkı ve hükümeti vursa da bu ‘yeni burjuvazi’ye çok zarar vermedi.
2002 seçim sürecine ‘dünya sistemi’nin Türkiye için ‘kriz-kırıcı’ olarak gönderdiği Kemal Derviş’in rehabilitasyonuyla girildiğinde ‘umumi manzara’da göze çarpanlar şunlardı: Palazlanmış bir yeni, dindar-muhafazakâr burjuvazi; 28 Şubat’tan müşteki geniş bir muhafazakâr halk kesimi; bunların ikisi arasında kültürel irtibatı kuran Gülen hareketi; ve ‘liberalizm’de buluşmuş ‘ex-sosyalist’, ‘post-İslâmcı’, ‘geç-milliyetçi’ aydınlar topluluğu...
Tüm bu unsurların ortak noktası olan ’28 Şubat hoşnutsuzluğu’nun temel motivasyon olacağı apaçık belli seçim sürecinde bu manzarayla uyarlı ve tutarlı iki figür öne çıktı. Bir, ‘28 Şubat’ın fiilen de mağduru olup zindanla tanışmış Tayyip Erdoğan... İki, Türkiye’yi ekonomik krizden çıkarmış, kapitalizmin bağrından gelse de kendini ‘sosyal demokrat’ tanımlayan Kemal Derviş...
‘Kurtarıcı’ Derviş’in özellikle laik-modernist burjuvazi ve şehirli orta sınıf nezdinde mevcut kredisi, onun CHP tercihiyle birleşerek önceki seçimde barajın altında kalmış bu partinin yeniden ve ümitvar biçimde, AKP’nin yegâne alternatifi olarak parlamentoya dönmesine imkân verdi. Heyhat, kim diyebilirdi ki bu, aslında CHP’nin ümit olması açısından sonun başlangıcıymış! Derviş’in CHP’ye gelmesiyle gitmesi bir oldu çünkü...
Peki, ne oldu da böyle oldu? Kanımca aslında ‘İkinci 28 Şubat’ın fitilinin ateşlenmesiyle birlikte bizi ‘27 Nisan (2007) e-Muhtırası’na çıkaracak süreçte askeri bürokrasinin CHP’yi ‘sözde irtica’ karşısında ‘sivil koçbaşı’ tayin etmesiyle ne olduysa oldu. Kürt, Ermeni, İslâm (tesettür) sorunlarında oldukça özgürlükçü düşünce ve tutum alış içinde olan Derviş, ‘anti-emperyalizm’ retoriğiyle bürokratik bir ulusalcılığa ram olan CHP’de bünyeye ‘yabancı madde’ oldu ve tabii tasfiye edildi.
Kanaat ve iddiam odur ki bu memlekette son on yılda AKP aracılığıyla liberalleşme adına ne yapıldıya bunların hepsinin sosyal demokrat CHP aracılığıyla da yapılması mümkündü. Ama bu, ‘Derviş-CHPsi’yle olabilir, ‘Baykal CHPsi’yle olamazdı, olmadı da... CHP’nin 2002’de Derviş’in intikaliyle birlikte ‘pro-kapitalist’ bir seçenek oluşturmaktan, kısa sürede askeri vesayetin ‘ikna gücü’ne bağlı olarak Baykal’la birlikte ‘pre-kapitalist’ bir ‘bürokratizm’e savrulması da AKP’nin ekmeğine yağ sürdü. Evet, nasıl ‘28 Şubat’ darbesi ‘Gülenizm’i küreselleştirip AKP’yi kitleselleştirdiyse CHP’yi ulusal-sol (yahut ‘nasyonal-sosyalist’ mi demeli?!) pozisyona kilitleyen ‘Baykalizm’ de AKP’nin alternatifsizleşip daimîleşmesine yol açtı.
CHP’nin ulusalcı-Kemalist kafa tutuşu karşısında AKP’nin bunu savuşturma başarısı, onun, selefi ‘Erbakan hareketi’nin ‘anti-Kemalist’ motivasyonuyla arasına mesafe koymasına bağlanabilir. AKP, Kemalizm’i bir siyasî-ideolojik pratik olarak kınamak yerine kaale almamayı, güncel bir hasım görmek yerine tarihe karışmış bir ‘hatıra’ olarak değerlendirmeyi strateji kıldı daha çok… Onun içinden ne bir Hasan Mezarcı, ne de Şevki Yılmaz çıktı. Aksine ‘şapkalı Atatürkçülük’le değilse de ‘kalpaklı Atatürkçülük’le dirsek temasında bile bulunuldu.
Bu, Erbakan hareketinin yer yer hayli barizleşen ‘anti-Kemalizm’ine nispetle daha ziyade ‘post-Kemalist’ bir pozisyon olarak tanımlanabilir. Böyle olunca Kemalizm’in özellikle askeri bürokrasi nezdinde muteber bir resmi ideoloji olduğu daha sarih görünürlük kazandı ve CHP’nin kışkırttığı ‘sivil Kemalizm’ boşlukta, karşılıksız kaldı.
Son dönemde Kılıçdaroğlu’yla beraber CHP, AKP’nin bu ‘post-Kemalist’ stratejisiyle baş edebilecek bir ‘post-Baykalist’ açılım umudu verdiyse de bunun yanılsama olduğu kısa sürede anlaşıldı. Bu durumda AKP’nin önüne koyduğu 2023 hedefi de hiç hayal gibi görünmüyor. 20 yaşında 20 yıllık iktidar! Olur mu olur…
Böyle giderse bazılarında kronikleşen iktidarsızlık derdi, AKP’nin başına hiç musallat olmayacak. Onun için, olur ise bir dert, iktidardan olacak.