15 Şubat 2012

Memleketimden İran Çağrışımları

Kimilerine ürpertici gelecek, kimilerine ise “Ne alâka” dedirtecek bu benzerlik önerisini isterseniz bir ‘zihin sürçmesi’ne verin!

Kendimi tekrardan nefret ederim. O yüzden şu son günlerde polis, yargı ve MİT’in birbirine girmesi dolayısıyla bir parça daha netleşen Gülen Hareketi ile AKP arasındaki ‘iktidar-içi’ çekişme üzerine kalem oynatmak hiç içimden gelmiyor. Durumu değerlendirme yolunda yeniymişçesine yapılan çoğu yoruma da ‘Günaydın’ diyorum. Mesela önceki gün bir köşe yazarı ekranda ‘Cemaat’le ‘Parti’ arasında simbiyotik ilişkiden ve bu ilişkinin şu aralar bozulmaya başladığından dem vurdu; bana bu köşede “Hocaefendi’yi Bir de Benden Dinleyin” başlığıyla tam iki yıl önce (20 Ocak 2010) şu yazdıklarımı hatırlatarak:

“Gerçek şu ki Parti ve Cemaat’in yolları Türkiye’de ‘kamusal İslâm’ın yakın dönem ekonomik, politik ve ideolojik dönüşümlerine bağlı olarak buluştu. Dolayısıyla bu ‘simbiyotik’ bir ilişki; her iki kesim de birbirinden beslenerek güçlendikçe güçlendi. (…) İlerde ‘simbiyosis’in unsurları arasında bir iç-iktidar çatışması çıkıp çıkmayacağı hususunda ise ‘Allahü âlem’ demekten başka yapacak şey yok şimdilik”.

‘Simbiyosis’i hem iki yıl önce zikretmiş hem de ta o zamandan gelmekte olan iç-çatışma üzerine ‘şeamet tellallığı’nı yapmışız yani! Buna ilaveten bir müteakip yazıda İsrail’in Gazze açıklarında Türk gemisine saldırısına Gülen ve AKP kurmayları arasındaki ciddi yorum farkından hareketle de ‘simbiyosis’in bozulma sürecine girdiğini yine 2010 içinde şu kritik başlık altında değerlendirmişiz: “Liberal İslâm Türkiye’sinde Yol Ayrımı: Gülenizm ve Recepizm”.

Şimdi bu görüşleri tekrar etme durumunda kalmak istemiyorum. Ne var ki memleket gündemi de bununla yüklü olduğu için zihnimin bu mesele üzerinden işlemesine de engel olamıyorum. 

Gem vurulamayan düşünce zıplamaları olmadık benzetmelere de yol açıyor zihnimde. ‘Parti’ ile ‘Cemaat’in İslâm-içi kavgası, İran Devrimi sonrasında ortaya çıkana benzer bir İslâm-içi çatışmayı istemesem de hatırlatıyor. ‘İstemesem de’ diyorum, çünkü beni karşılaştırmaya yönelten benzerliğin hemen yanı başında İran ile Türkiye arasında tarihsel, coğrafî, kültürel, siyasal, dinsel tüm farklılıkları da ‘ayar’ niyetine hatırlatıyor zihnim… Yine de paylaşmadan duramayacağım bu karşılaştırmayı!..

İran’da devrim sürecinde Şah’a karşı ittifak içinde hareket etmiş üç kuvvet mevcuttu. Birincisi, dindışı ya da İslâmî sol, sosyalist oluşumlar; Halkın Mücahitleri, Halkın Fedaileri gibi örgütler ve Marksist Tudeh Partisi…

İkincisi İslâmcı bir ideoloji çerçevesinde hareket eden, İslâm’ı hem kapitalizme hem de sosyalizme karşı 1970’lerde bir ‘üçüncü yol’, daha doğrusu çıkış yolu olarak öneren İslâmcı-modernist aydınlar; Devrim’in fitilini fikirleriyle ateşleyen ama onu göremeden ölen Ali Şeriati’nin yanı sıra Mehdi Bezirgân ve Ebu’l-Hasan Beni Sadr gibi isimler…

Nihayet İslâm’ın ‘modernite’yle hiç işi olmaz diye düşünen gelenekçi-mutaassıp Şiî ulema ki ta en baştan Humeyni’yi kayıtsız-şartsız desteklemiş ve ‘İslâmî Cumhuriyet Partisi’yle rejimin çıkacağı yolu tayin etmiştir.

Devrime tüm hizmetlerine rağmen ne Tudeh ne Mücahitler ne de Fedailer, devrimi izleyen süreçte siyasî rol oynama ve varlık gösterme imkânı bulamadılar. Buna karşılık, Devrim’in hemen sonrasında kendileri din âlimi olmayan modernist İslâmcılar’dan Mehdi Bezirgân ve Beni Sadr, devrimci yönetimin işleyişinde başrol edindi. Bezirgân devrim sonrasının ilk başbakanıydı. Beni Sadr da ilk cumhurbaşkanı…

Ama çok değil bir-iki yıl içerisinde devrimi ‘teokratik’ dönüşüme uğratan ‘Şiî ulema’nın temsilci ve destekçileri karşısında onlar da tasfiye oldu. Hatta Şubat 1979 devrimini izleyen süreçte Bezirgân’ın tasfiyesinin ‘İkinci Devrim’, Beni Sadr’ın tasfiyesinin de ‘Üçüncü Devrim’ addedildiğini belirtmek yanlış olmaz. Artık ‘laik’ (‘ulemadan olmayan’ anlamında) ve ılımlı İslâmcı-yöneticiler tasfiye olmuş, Humeyni öncülüğünde Şiî ulema, tam anlamıyla İran’ın siyasal gidişatına hâkim olma noktasına gelmiştir.

Sanırım buraya kadar aktardıklarım, 1980’lerin ‘siyasal İslâm’ İran’ıyla 2000’lerin ‘liberal İslâm’ Türkiye’si arasında öncü şahsiyetler üzerinden zihnimde oluşan benzerlik çağrışımı hakkında ipucu vermiştir.

Bezirgân, Beni Sadr ve Humeyni… Erdoğan, Gül ve Gülen!..

Kimilerine ürpertici gelecek, kimilerine ise “Ne alâka” dedirtecek bu benzerlik önerisini isterseniz bir ‘zihin sürçmesi’ne verin! Gelgelelim zihin sürçse de işlemesi durdurulamıyor. Söz gelimi Türkiye’de İslâmî ‘ekonomi-politik’ hareketliliğin Kemalist cumhuriyet bürokrasisi ve ‘aristokrasisi’nin öngöremediği bir sonuca varmasında da İran’da devrime giden yolda kurulmuş olanı andıran bir üçlü ittifakın dinamik etkisi olduğu söylenebilir: (1) Sol-sosyalist olan, olmayan topluca ‘seküler’ (dindışı) liberaller; (2) ‘Milli Görüş’ hareketinden köken alan ama ondan ayrışmış, ulemadan olmayan İslâmcı siyaset erbabı; ve (3) Türkiye’deki Müslüman-burjuva dönüşümün ruhî-kültürel mayasını çalmış ‘ulema’dan Fethullah Gülen ‘Hocaefendi’nin çevresi…

Dönüşüm sürecinde askeri vesayetin yıpratılmasında ‘lojistik’ katkısı büyük olan, ama kitlesel önemsizliği nedeniyle post-Kemalist kurumsallaşmayı sağlayanlarca giderek ‘lüzumsuz’ sayılan dindışı liberal ‘segment’in kredisinin kesilmesine tanık oluyoruz şu aralar (İran’da Tudeh’in, Halkın Mücahitleri ve Fedaileri’nin başına geldiği gibi).

Bir de iki aslî belirleyen, ‘Parti’ ve ‘Cemaat’ arasındaki nüfuz mücadelesinin giderek keskinleştiğine… Tabii burada İran’da olduğu gibi ılımlı İslâmcı siyasetçiler ve ‘şahin’ ulema ikiliğine benzer bir durum yok. Dönem ve konjonktür mucibince herkes ‘ılımlı’. Ama yine de Türkiye’yi post-Kemalist ‘İkinci Cumhuriyet’e çıkaran bu iki kitlesel ‘segment’in ittifakı, şu aralar ‘ihtilaf’a yelken açıyor. Çünkü ‘Cemaat’, ‘Parti’den artık ‘daha fazla’sını istiyor; bu istek karşısındaki tutukluk da çatışmaları ayyuka çıkarıyor.

Haddizatında ‘Cemaat’ ve ‘Parti’ çekişmesi, yerel siyaset ve yönetimlerden yüksek öğretim ve üniversitelere, medyadan futbola kadar, bu kurumsal alanlarla yakın temasta olanlarca bilinmedik de değil. En son Emniyet-MİT sürtüşmesi üzerinden açığa çıkan bu çekişmenin artık “kol kırılsın, yen içinde kalsın” düsturuna riayeti imkânsızlaştıran bir ölçek kazanmasının ‘Cemaat’in Türkiye’de yaşanan dönüşümün daha sahne gerisinde kalan müttefiki olmasıyla bağlantısı var gibi geliyor bana. İttifaktaki bu ‘asimetri’nin kökleri de sanırım ‘28 Şubat’ (1997) sürecine uzanır.

Fethullah Gülen, ‘28 Şubat’ın iki kaybedeninden biriydi. Diğeri Erbakan, kesin mağlup olarak tarihteki yerini aldı. Gülen’in ise ‘28 Şubat’ bağlamında “galip sayılır bu yolda mağlup” diye anılacağından kuşku yok. Fakat o dönemde siyasal İslâm’a tüm uzaklığına rağmen hiç beklenmedik şekilde suçlu ilan edilip üzerine gidildiği ve ülkesini terk etmek durumunda bırakıldığı da ortadadır.

‘28 Şubat’ın tek kazananı varsa onun AKP kurmay heyeti olduğu söylenebilir. Öncelikle ‘Erbakan Hoca’larının anti-kapitalist programından kopuş yolunda ‘28 Şubat’ bir vesile olduğu için… Ve, iki, bugünün kendi iradî tasarruflarındaki post-Kemalist Türkiye’sinin ‘dölyatağı’, ‘28 Şubat Darbesi’ olduğu için…

Bu akış çerçevesinde ittifakın etkin ve ön plandaki unsuru ‘Parti’ oldu. Şimdi ise düne kadar edilgen ve geri plandaki unsur, ‘Cemaat’, bu ittifak dengesini değiştirme arzusunu dayatıyor.

Bakalım ‘Bezirgân-Erdoğan’ ve ‘Beni Sadr-Gül’ benzetmemiz yerinde mi çıkacak yersiz mi? Ya da Humeyni gibi Gülen’in de ‘muhteşem’ bir dönüşü mü olacak? Yoksa bunların hepsi ‘serap’ mıdır?..

İzleyelim, görelim! Hâlihazırda bize düşen bu…
  

 

Yazarın Diğer Yazıları

Vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım!

Yöresel ve evrensel düzlemlerde eşzamanlı yaşananları 'insan' gerçeğinde birbirine organikçe bağlamak… Daha iyi bir hayatı var etme umut ve inancıyla gelenekten geleceğe taşınmak… Bunlar, Hasan Hüseyin şiirini bu coğrafyanın en özgün ve özgül yapıtlarından biri kılar

Goebbels korosu söylüyor: "Her şey mükemmel efendim!"

Bir okurum, siyaseten Refah Partisi - AK Parti çizgisinde yol almış olmakla birlikte bugün gelinen noktada Ak Parti'nin yapıp ettiklerine ve olup bitenlere bağlı olarak bu ideolojik 'gönül bağı'nın nasıl koptuğunu samimi bir eleştirellikle bizimle paylaşıyor

Goebbels'leşme karşısında muhalefeti sorgulamak!

Matbu medyanın hazan mevsiminin, televizüel medyanın da sonbaharının yaşandığı bir dönemde, insanları sıkan, bıktırıp usandıran karakterlere, ağızlara, kabadayılıklara kimse katlanmak zorunda değil. CHP hiç değil