“Kürt etnoğrafyası” denilince akla gelen ilk isim olan Hollandalı antropolog Martin van Bruinessen, bu nitelemeyi hak ettiği kült çalışması “Ağa, Şeyh ve Devlet: Kürdistan’ın Toplumsal ve Ekonomik Yapıları” başlıklı kitabının girişinde Hollanda’da başından geçen bir anısını şöyle aktarır:
“Bir keresinde politik bir toplantıda sosyalist işçi sendikalarında aktif olarak çalışan bir grup Türkiyeli göçmen işçiyle sohbet ediyordum. Sınıf bilinci gelişmiş işçilerdi. Türkiye’nin doğusundan geldiklerini öğrenince Türkçe konuşurken Kürtçe konuşmaya başladım. Birdenbire konuşma daha da sıcaklaştı ve Türk arkadaşlarımızı dıştalayan kendi içine dönük bir grup halini aldık. Onları kışkırtmak niyetiyle bölgelerinden tanınmış bir şeyhin arkadaşı olduğumu söyledim. Ancak beklentimin tam tersine, pek de dindar olmamalarına rağmen, kendilerini yine de duygusal olarak bir şeyhe bağlı hissettikleri için, şeyhin tanışı olmam beni onlara daha da yaklaştırdı” (M. van Bruinessen, “Ağa, Şeyh, Devlet”, 2006, s. 20).
Dün Altan Tan’ın Radikal’de Ezgi Başaran’a verdiği mülakatta söylediklerinin bana ilk çağrıştırdığı bu anekdot oldu.
Türkiye’de Kürt sosyalistlerinin Türk sosyalistleri kadar dine antipatiyle yaklaşmamaları gerçekten ilginç bir olgudur. Türkiye sosyalizmine Kemalizm üzerinden geçen “anti-teist” tavır, Kürtler söz konusu olduğunda aslî bir karakteristik olarak belirmez. Bu, Kürt coğrafyasının yerel sosyokültürel dinamikleriyle açıklanabilecek bir durumdur. Din-dışı hayatın içindeki Kürtlerde bile bu “lâdinî”lik hali, dinden lanete dönüşmez.
Yine de Şeyh Sait’i fatiha okuyarak anmaya önayak olan Tan, Kürt hareketinde 1960’lardan itibaren laik bir din-karşıtı çizginin belirdiğini, bunun da Kemalizm’in taklidinden kaynaklandığını söylüyor. Ancak şimdilerde Kürt siyasî hareketinin artık dinle çatışık değil, barışık bir mecraya girdiği tespitinde de bulunuyor. Nihayet, eğer Türkiye’de ümmetçi kalınabilseydi pek çok sorunla birlikte Kürt sorunu da şimdiye kadar çözülürdü iddiasını ortaya atıyor.
Altan Tan, açık ki önce sosyalist, sonra ulusalcı damardan akan, ama her halükârda “seküler” (lâdinî) temelde varlık bulan PKK-BDP hareketinin bugün geldiği noktada bu harekete “dinî aşı” yapma yolunda bir mütehassıs olarak karşımızda... Bu yönde bir girişimin ipuçları seçim öncesinde Murat Karayılan’ın “Nakşî açılımı”yla da verilmişti. Karayılan “Halidî-Nakşibendîlik”in beşiği olan Kürt şehri Süleymaniye’deki şeyhle temasa geçmiş, sonrasında da Nakşîler Kürtlere sahip çıkmalıdır şeklinde sözler sarf etmişti.
Tüm bunların son dönemde Kürt coğrafyasında AKP-Gülen işbirliğiyle yürütülen “Kürt dindarlığı”na odaklı stratejik girişimleri dengelemeye yönelik olduğunu düşünmek mümkün. Özellikle bu coğrafyanın derinlerinde kökleri hâlâ canlı olan Nakşîlik üzerinden Fethullahçı hareketliliğe karşı bir seferberliğe gidiliyor olabilir.
Tabii burada iktidara yakın çevreler PKK hareketinin sosyalist, Marksist ve laik orijinini “kanırtarak” bir karşı hamlede de bulunacaklardır. Fakat karşılarında Altan Tan gibi çetin bir “dalgakıran” bulacakları da kesindir. Onun hem anti-Kemalist hem de “ümmetçi” bir politik-ideolojik eforla mukabelede bulunacağından kimsenin şüphesi olmasın!..
Tan’ın verdiği mülakatta ümmetçiliği ayrımcılık veya (duruş yerinize göre) “bölücülük”ün panzehiri olarak takdim etmesi aslında çok da orijinal bir görüş sayılmaz. Tan’ın da bir dereceye kadar ilhamını aldığı, beslendiği kaynak olduğu mülakattan anlaşılan Nakşî geleneğin önderlerinin hanidir ortaya attığı bir savdır bu... Alın size Halidî-Nakşî geleneğin hâlihazırda bilinen isimlerinden Şeyh Nazım Kıbrısî’nin Osmanlı-yanlısı, Kemalizm-karşıtı noktadan Kürt sorununa karşı ümmetçiliği adeta çözüm reçetesi olarak öneren sözleri (kendi çalışmamdan kısaltarak aktarıyorum):
“Osmanlı’nın izlediği yol ümmetçilikti. Farklı millet ve kavimlerden sayısız insan vardı Osmanlı topraklarında yaşayan. Fakat hiçbiri kavmiyet taslamamaktaydı. Yeni gelenler [yani Kemalist cumhuriyetçiler] ‘biz milliyetçiyiz’ dediler ve kavme dayalı bu milliyetçilik karşısında, Kürt dedi ‘Ben Kürdüm’; Çerkez dedi, ‘Ben Çerkezim’; Gürcü dedi, ‘Ben Gürcüyüm; Laz dedi, ‘Ben de Lazım’... Irk üzerine milliyetçilik kurduğunda, şimdi Kürtler ‘biz istiklâlimizi isteriz’ diyorlar. Düne kadar biz şerefi imanda aradık, imanda bulduk ve birbirimizle barışık geçindik, kardeş gibi... ‘Hiç şüphesiz müminler kardeştir’ dedi Cenab-ı Hak. Ne olduk biz bugün? Bu [dinî] kardeşliği yitirdik. O vakit bir evin içindeki kardeşler de birbirine düşman oldu” (T. Atay, “Batı’da Bir Nakşî Cemaati”, 1996, s. 252-253).
İşte böyle... Şimdi denilebilir ki PKK-BDP çizgisinde bu Halidî-Nakşî art alana dayalı olarak ve Altan Tan’ın medyatörlüğünde bir ‘revizyon’a gidiliyor. Peki bu “revizyon” BDP’nin seçimde Türkiye’ye “açılım” yönünde en önemli hamlesi olarak beliren Türkiye sosyalist-sol hareketine kucak açma girişimi açısından bir uyarsızlık yaratmaz mı? Yani bu Altan Tan “aşı”sı istenmedik bir “yan etki”ye sebep olmaz mı?..
Hayır, çünkü bu süreçte gündeme gelen ve meclise giren isimler, Türkiye sosyalizminin Kemalizm’e alabildiğine eleştirel ve karşıt, dine ise olabildiğince “sempati” ile yaklaşan isimleri… Alın size şimdi de Ertuğrul Kürkçü’den din ve Türkiye sosyalizmi ilişkisi üzerine zehir-zemberek bir öz-eleştiri:
“Türkiye marksizminde İslâmiyet, salt bir gericilik, insanların yanlış bilinçlerinden kurtuldukları anda gerçeği gördüklerinde de kurtulacakları bir yanlış düşünce tarzı, ortadan kaldırılması için bizim iktidarımızı bekleyen bir cehalet hali olarak görüldü. Kemalizmin bütün medenileştirme, batılılaştırma çabalarına rağmen, bir Ortadoğu (İslâm) kültürü olduğu gerçekliği, aşağı yukarı Kemalistlerle aynı kültürel alanı paylaşan Türkiye marksizmi açısından görmezden gelindi” (E. Kürkçü, “Marksizm, Din ve Maddecilik: İki kere laik olmak”, Express, Ağustos 1994).
BDP’de taşların nasıl yerli yerine oturduğu bu çerçevede anlaşılırlık kazanır. “Ümmetçilik” savunucusu Altan Tan’la ateist olsa da “anti-teist” olmayan sosyalist Ertuğrul Kürkçü, bu partiyi “sağlı-sollu”, üstelik “Fırat’ın öte yakası”nda olduğu kadar “beri yakası”nda da mobilize etme yolunda etkinleşen aktörler olarak beliriyorlar denilebilir. Buralarda pek bir strateji hatası yok.
Ama şurada var: Kürt coğrafyasında, yine van Bruinessen’in bir başka eserinde belirttiği üzere, “din de birleştirici bir faktör değildir. Kürtlerin büyük bir çoğunluğu Şâfi mezhebine bağlı Sünni Müslümanlardır, fakat diğer dinlerden/mezheplerden çok sayıda Kürt de vardır (M. van Bruinessen, “Kürtlük, Türklük, Alevilik: Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri”, 2000, s. 11).
Dolayısıyla, Altan Tan istediği kadar “Alevi sorunundan Ruhban okuluna kadar her şey ümmetçilik zihniyetiyle çözülürdü” desin, benim kanaatim “zurnanın zırt dediği yer”in burası olduğudur. Coğrafya’yı yakından ve içerden tecrübe etmiş olanlar, Sünni Kürtlüğü düşey kesen başka dinsel kimlik vurgularının yabana atılamayacağının farkındadır. Özellikle de Dersim Kürt-Alevi kimliği açısından böyledir bu… Altan Tan’ın “din aşısı”, Şeyh Sait’i “Seyit Rıza” ile biraz zor buluşturur! (Kürt hareketinin Tunceli’de son seçimdeki milletvekili kaybını da hatırlatalım bu arada.)
Dahası, Dersim’de mevcut politik-ideolojik temeldeki başka kimlik dinamikleri, tabloyu daha da parçalı-bulutlu hale getirir. 1970’ler Türkiye sosyalizminin Kemalizm’le malûliyetine ilk dikkati çekenlerden olan “Kaypakkaya hareketi”nin bölgede hâlâ mevcut ağırlığını hafife almak olanaksızdır mesela…
Demek ki hem din hem de ideoloji açısından PKK-BDP hareketinin Fırat’ın ötesinde de berisinde de daha gidilecek bir hayli yolu var.
Bolca “aktarma”larla bezeli “sebze çorbası” gibi bir yazı oldu değil mi?! Umarım tuzu, yağı, suyu ve diğer malzemesi yerli yerindedir!..