23 Haziran 2010

Kanla reytinglenmek?

Başbakan, günlerdir dehşet verici hızla yükselen kanlı şiddet eylemleri karşısında medyaya sıkı bir fatura kesti:

Başbakan, günlerdir dehşet verici hızla yükselen kanlı şiddet eylemleri karşısında medyaya sıkı bir fatura kesti:
“Görüntülü medyada oradaki ayılıp bayılmaları göstermek kime yarar? Terör örgütüne… Terör örgütünün birinci amacı propagandasını yaptırtmaktır. Medya bilerek ya da bilmeyerek terör örgütüne ciddi mânâda yandaşlık yapmaktadır. Bu kadar ağır konuşuyorum! Bu konuya milli bir dava olarak bakmıyorsak bakmayanlar da lütfen kendilerini ilan etsinler. Terör karşısında nasıl muhalefet yapılır, nasıl yayın yapılır bilemiyoruz”.
25 yılı aşkın süredir devam eden düşük yoğunluklu savaş halinin toplum tarafından “alımlanma”sında medya, aslî belirleyenlerden biri; bu doğru… Ve medya, bu bağlamda eleştiri süzgecinden geçirilmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Ama bunu Başbakan’ın yukarıdaki sözlerinde olduğu gibi politik-ideolojik bir yörüngede değil, esasen sosyolojik ve “kognitif” (bilişsel/algısal) bir temelde yapmak gerekir.
Başbakan, “millîlik” vurgulamasıyla ideolojik bir hassasiyete çağırıyor görsel medyayı… Bu, olanaksız. Bilindiği üzere televizyonun bir ideolojisinden söz edilecekse eğer, bu aslen “temaşa”dır (seyir/eğlence).
Televizyonun bu “evrensel” ideolojik pratiği Türkiye’de de geçerli olup üçüncü on yılını yaşadığımız silahlı çatışmalar bağlamında da işlerliktedir.
Geride kalan çeyrek asırlık süreçte bazı bakımlardan değişen fazla bir şey de yok: Aynı baskınlar, aynı öldürme ve/ya öldürüşmeler, aynı kaçma ve kovalamaca, yani sıcak takipler, aynı cenazeler, aynı acılar, aynı feryatlar, aynı sloganlar…
Ve bunlara eklenebilecek aynı demeçler, aynı yorumlar, aynı tartışmalar, aynı karşılıklı atışmalar, aynı tartışma programları ve sayıları zamanla artarak karşımıza çıkan aynı figürler: emekli subaylar, “terör uzmanları”, “stratejist”ler, hukuk, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanından akademikler ve gedikli gazeteciler…
25 yıldır kurtulamadığımız savaş, daha yoğun, yaygın ve derin nüfuz ettikçe toplumsal bünyeye, bunun medyatik yansıması da ona paralel ve onunla titreşimli olarak şekilleniyor.
PKK sökün ettiğinde ana rahmine düşmemiş; abisi, hatta babası asker olarak çatışma deneyiminden geçmiş çocuklar er olarak mevzilerde bugün…
Dağda da aynı durum söz konusu: Abisi, babası, hatta dedesi yaşındakilerin izinde “dördüncü kuşak” Kürt çocukları tutmakta şimdilerde dağın yolunu…
Heyhat, bununla tıpatıp uyarlı biçimde, ekranlarda on yıllardır biteviye “seyreden” ve seyredilen tartışma programlarında da yeni kuşak “stratejistler”, hukukçular, akademikler, daha genç emekli subaylar ve yeni yetme gazeteciler boy gösteriyor!
Değişen çehrelerle birlikte değişmeyen, söylemin içeriği… Yeni yüzler, eski sözleri yineliyor. Taze diller, bayat belâgatleri seslendiriyor.
Bunların karşısında akla gelen şu: Bir “tartışma endüstrisi” oluştu memlekette. Bu endüstri, diğer pek çok toplumsal ve siyasal sorunun yanı sıra, fakat en çok bu kanlı çatışmadan besleniyor.
Süreç genellikle şöyle işlemekte: Bir saldırı haberiyle günü açıyoruz. Saldırı mekânından klasik enformasyon aktarımıyla devam ediliyor. Artık medya sektörünün kendi içinde önemli bir “pazar” olarak ortaya çıkan haber kanalları, bir tek saniyeyi bile izleyicisiz harcamamak uğruna aynı görüntü karelerini, hemen hemen aynı cümleleri evirip çevirip yeniden kurarak tekrarlıyorlar.
Böylece olay, daha en başta sıradanlaşıyor.
Sonra “uzman”lara bağlanma aşamasına geçiliyor. Aynı isimler, kendi deyişleriyle başları dönercesine o kanal senin bu kanal benim, telefon bağlantılarıyla ya da stüdyoda yayına alınıyorlar. Bu da analiz ve yorumun sıradanlaşmasından başka bir işe yaramıyor.
Akşam yayınında ise birbirlerine karşıt, ama aslında birbirinden beslenen fikrî pozisyonlarıyla ekranda belirimleri gına getirtmiş isimlerin aynı tartışma programı formatında farklı kanallarda yer yer Hacivat-Karagöz çekişmesini andıran performansları reva görülüyor bize… Nihayet bu da soruna ilişkin tartışma pratiğinin, müzakere, münazara ve münakaşanın sıradanlaşmasına yol açıyor.
Bu sürecin sonunda ekranın karşısından mutsuz, ama esas lâftan ve lâfazanlıktan yorgun, bıkkın ve bezgin, rehavet içinde ayrılıyoruz.
Üstelik kimse, “Yahu ben bu demeçleri de, bu sözleri de, bu yorum ve değerlendirmeleri de daha önce duydum” diye bir tepki de vermiyor.
Sonuçta gereğinden çok enformasyon, yorum, tartışma karşısında “anlamın yitimi” söz konusu oluyor.
Acı gerçeğin, bir “acılı şov”a dönüştürülerek önümüze konulduğu ve tüketilmesinin istendiği bu “endüstriyel” mekanizmanın giderek başat hale geldiğini ileri sürmek mümkün.
Yazar-yayıncı Enis Batur’un ağır, ama üzerinde düşünülmesi gereken “Her yazı, aslında yazılmasa da olur” sözünü duruma uyarlayacak olursak:
Bu kadar tartışma, aslında yapılmasa da olur.
Kim bilir, belki de çok daha iyi olur.

Yazarın Diğer Yazıları

Vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım!

Yöresel ve evrensel düzlemlerde eşzamanlı yaşananları 'insan' gerçeğinde birbirine organikçe bağlamak… Daha iyi bir hayatı var etme umut ve inancıyla gelenekten geleceğe taşınmak… Bunlar, Hasan Hüseyin şiirini bu coğrafyanın en özgün ve özgül yapıtlarından biri kılar

Goebbels korosu söylüyor: "Her şey mükemmel efendim!"

Bir okurum, siyaseten Refah Partisi - AK Parti çizgisinde yol almış olmakla birlikte bugün gelinen noktada Ak Parti'nin yapıp ettiklerine ve olup bitenlere bağlı olarak bu ideolojik 'gönül bağı'nın nasıl koptuğunu samimi bir eleştirellikle bizimle paylaşıyor

Goebbels'leşme karşısında muhalefeti sorgulamak!

Matbu medyanın hazan mevsiminin, televizüel medyanın da sonbaharının yaşandığı bir dönemde, insanları sıkan, bıktırıp usandıran karakterlere, ağızlara, kabadayılıklara kimse katlanmak zorunda değil. CHP hiç değil

"
"